“Ne Gülüyorsun? Anlattığım Senin Hikâyen!”

ESKİDEN çocuklar, anne babalarına dünyaya nasıl geldiklerini sorduklarında, çok acayip cevaplar alırlardı:
“Anne ben nasıl dünyaya geldim?”
“Biz babanla dere kenarında dolaşıyorduk, birden taşların kayaların arasında seni gördük. Ay o kadar şirindin ki, alıp eve getirdik!”
“Hadi ya..!”
“Yaa..”
“Çok şirindim demek?
“Çoook..”
Ve taşların arasındaydım öyle mi?
“Öyle..”
Bu cevaba inanan ve “Bir kardeşim olaydı ne iyi olurdu” diyen pek çok çocuğun, günlerce dere kenarlarında kardeş aramaya çıktığına eminim..
Bazı anne babalar hepinizin bildiği o klâsik “leylek hikâyesi”nden başka hikâye bilmezlerdi.
“Ana ben nasıl dünyaya geldiydim?”
“Seni leylekler getirdiydi!”
“Leylekler he mi?
“He.. dört kilo ikiyüzelli gram geliyordun tombalak! Serçeler getirecek değildi ya, leylekler getirdi elbet!”
“Çok acayip..”
“İnanmadın mı?”
“Çık!”
“O vakit akşam baban gelir, ona sorarsın!”
Ancak leylek hikâyesine inanmayan çocukları çok daha korkunç bir palavra beklemekteydi.
“Baba ben nasıl dünyaya geldiydim?”
“Neççen ki?”
“Merak ettiydim..”
“Bahçeye gittiydik. Bi lahana topağı vardı. Aha şöyle kocaman. Sen onun yaprakları arasındaydın. Aldık eve getirdik..”
“Lahana mı?”
“Lahana lahana!”
Elbette anne ve babalar, çocukların sorularını geçiştirmek için savurdukları bu palavralara inanmıyorlardı. Tabii, muhtemelen çocuklar da inanmıyorlardı.
...
Bir insanın dünyaya geliş hikâyesi, şu yeryüzünde yaşanan tüm öteki hikâyelerden daha çok merak edilesidir. Çünkü bu, hepimizin hikâyesidir.
İnsanlar için yeryüzü ve gökyüzü sırlarla ve akıl almaz mucizelerle dolu esrarengiz bir yerdir. Ama evrenin en büyük sırlarından biri, aynaya her baktığında, insanın karşısında durur: Kendi bedeni!
İnsan bedeninin yaratılışı, bir zamanlar yokken var edilişi, ve yokluktan varlığa giden yolda geçirdiği safhalar.. hele de, anne karnında yaşananlar; pek çok sırrını halen daha koruyan olağanüstü bir serüvendir.
İnsanlık, binlerce yıl bu serüvenin ayrıntıları hakkında hemen hiçbir şey bilemedi.
Son elli - yüz yıl içinde attığı adımlar ise, dev bir sırlar okyanusu gibi kıyısında dolanıp durduğu yaratılış mucizesinin üzerindeki sis perdesini, gözlerimizi kamaştıracak kadar aralamaya yetti...
16. yy’daki bir takım araştırmacılar, insanın dünyaya geliş hikâyesine dair öyle acayip bilimsel (!) laflar ediyorlardı ki, onlar da en az, lahana yapraklarının arasındaki bebekler kadar gerçekten uzaktı... Bir takım camları kese yuvarlaya son derece ilkel de olsa mikroskop yapmayı beceren bilim adamları, kıldı, tüydü, sinek kanadıydı.. derken erkek üreme hücresi olan spermleri keşfetmeyi başardılar.
Bu, bilim adına son derece büyük bir keşifti. Fakat, spermin keşfinden sonra dünyaya geliş hikâyemiz konusunda, bazıları akıllara durgunluk verecek bir sonuca vardı...
Güya her bir sperm hücresinin içinde, her şeyiyle tamam bir insan bulunmaktaydı ve bu miniminnacık insan, anne rahmine geçtikten sonra orada şişe şişe büyüyor ve işte bebekler de böylece doğuyordu.
Bir kısım bilim adamları bunu fevkalade mantıklı bir açıklama olarak baş göz üstüne ettiler.
Kafası biraz daha çok çalışanlar ise, “Amma attınız ha!” dediler.
“Peki o spermlerin içindeki miniminnacık insancıkların erkek olanlarının da spermleri olduğuna göre, onların içinde de miniminiminiminnacık insancıklar olmalı değil mi?
Ya o miniminiminiminnacık insancıkların erkek olanları ne olacak? Onların da spermleri olduğuna göre, onların sperm hücreleri içinde de her şeyiyle tamam miniminiminiminiminiminiminimini insancıklar olacak ve tabii onların erkek olanların sperm hücrelerinin içinde de, miniminimini...”
Adamlar haklıydı!
Ve bu matruşka bebekleri gibi iç içe geçmiş mikro insancıklar problemi, uzun bir süre insanların kafalarını kurcaladı durdu.
İlerleyen yıllarda bilim insanları annelerin bedenlerinde bulunan üreme hücrelerini yani yumurtayı keşfettiler. Ya da, sizi devasa bilgi birikimim(!) altında ezmemek için söylemediğim bilimsel adı ile, OVUM’u...
Bu da çok büyük bir keşifti elbette.
Böylece insanlık, sperm hücrelerinin içindeki mikro bebekler probleminden kurtulup derin bir nefes aldı.
“Kusura bakmayın yanılmışız!” dediler. “O miniminiminiminicik insancıklar sperm hücrelerinin içinde değil; yumurta hücrelerinin içindeymiş!”
Sanırım yumurta hücrelerinin sperm hücrelerinden çok çok daha büyük olması, bilim adamlarının, “Orda yoksa burda kesin vardır! Baksana bunlar daha büyük!” demeleri için yeterli bir gerekçe idi...
Sonraki yıllarda insanlar, yaratılış serüvenimiz hakkında çok daha başka ve çok daha doğru bilgileri keşfettiler de, yaratılış hikâyemiz hakkında, doğru düzgün bilgi sahibi olduk.
Fakat bu keşfedilen gerçekler, dere kenarlarından toplanan bebek hikâyelerinden, leyleklerin evlerin çatılarına bıraktıkları kardeş masallarından, lahana yaprakları arasında tombul tırtıllar gibi kıvrılıp uyuyan bebek palavralarından, sperm ya da yumurta hücreleri içinde tastamam bulunan minnacık insancık teorilerinden çok çok daha inanılmazdı! İnanılmazdı ama gerçekti! Bilim adamlarının ayakları, sonsuz bir mucizeler denizinin dalgalarıyla ıslanıyordu.
Bir bebeği oluşturan tüm özelliklerin yarısı sperm hücresinde, yarısı da yumurta hücresinde saklıydı ve bunlar bir araya geldiklerinde, yeryüzünün en olağanüstü en acayip, en muhteşem hikâyesi başlıyordu!
Bir insanın hikâyesi...
100 trilyonun birincisi
BU hikâye, anne rahmindeki bir yumurta hücresinin babadan gelen bir sperm hücresi tarafından döllenmesiyle başlar. Döllenme, rahme düşen milyonlarca sperm hücresinden yumurtaya ulaşan birkaç bin tanesinden sadece bir tanesinin, yumurtanın çok özel yaratılmış esrarengiz kabuğundan içeriye girivermesidir.
Kaderinde bir insan olmak yazılı bu sperm hücresi, bize göre çok kısa, ama bir spermin boyutlarına göre, uzun ve tehlikeli bir yoldan gelmiştir.
Babanın vücudundaki yolculuklarını saymazsak, anne rahmine düşen spermlerin kendilerinden 20 cm kadar uzaklıktaki yumurtaya doğru yol alıp ulaşmaları, yetişkin bir insan için 5000 m’yi yüzerek geçmesi gibi devasa boyutlarda bir iştir.
Bu zor yolculuğu sağ salim atlatıp, yumurta hücresinin dış duvarlarına dayanan sperm sayısı 500 ile 1000 kadardır. Başlangıçtaki sperm sayısı ise 300 milyonu bulur!
Yumurta hücresinin etrafını saran bu 1000 sperm hücresinden sadece bir tanesi yumurtanın içine girebilecektir.
Ve seçilmiş sperm, yumurta hücresinin zarından içeriye, minik bir delik açarak, tüm yolculuğu boyunca kullandığı kuyruğunu dışarıda bırakarak girer.
Yumurta, böylece döllenmiş olur.
Bu andan itibaren yumurtanın zarındaki delik derhal kapatılır. Hücrenin etrafındaki zar yenilenir. Artık hiçbir sperm hücresi içeriye giremez.
İşte vücudumuzu oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin en birincisi, bu döllenmiş yumurta hücresi yani ZİGOT’tur...
Şimdi elinize bir toplu iğne alın ve o toplu iğnenin toplu değil de, sivri ucuna dikkatlice bakın. Zigot, o kadarcık bir şeydir işte. Hatta daha da küçüktür.
İşte bu toz zerresi kadar küçük şey, 9 ay sonra, ortalığı ayağa kaldıran viyaklamalarla dünyaya merhaba diyecek..
Annesinin kuzusu, babasının bir tanesi olacak...
Bölünme başlıyor!
YUMURTA HÜCRESİNİN döllenmesinin üzerinden 24 saat geçtikten sonra bölünme başlar. Döllenmiş yumurta yani zigot, tek bir hücre iken, bölünerek iki hücre olur. Ancak bu bölünme, bir elmanın ikiye bölünmesi gibi değildir.
Elmayı ikiye böldüğünüzde iki yarım elma elde edersiniz. Zigot bölündüğünde iki yarım hücre değil iki tam hücre ortaya çıkar. Yani siz elmayı bölüyorsunuz ve iki elmanız oluyor! Bu gerçekten garip ve acayip bir durumdur.
100 trilyon hücrenin ilk iki tanesi de kısa bir süre sonra bölünür ve ortaya 4 hücre çıkar.
Bu böyle devam eder.. Üç gün sonra ortaya 12-16 hücrelik bir yığın çıkar.
Bölünme işlemi bir yandan sürerken, minik hücre yığını anne rahminde, en rahat edeceği ve en iyi korunacağı yere doğru, küçük ama çok önemli bir yolculuğa çıkarılır. Ve doğacağı âna kadar da orada kalır.
4-5 gün sonra minik hücre yığını yaklaşık 100 hücreden oluşan bir kitle haline gelir.
Ancak ortada yine son derece hayret edilecek bir durum vardır. Çünkü düne kadar, yeni oluşan hücreler birbirinin tıpkısı iken; bu durum aniden değişir.
Yeni hücrelerden bazıları, bulundukları yerden alınıp başka bir yere gönderilirler.
Bazılarının büyüklüğü diğerlerinden çok daha hızlı artar. Bazıları ise daha küçük kalır.
Bazı hücreler ortalarında bir boşluk oluşturacak şekilde bir araya gelirler.
En garibi de, belli yerlerdeki hücreler diğerlerinden bambaşka bir şekil almaya başlarlar. Kimi içe doğru bükülür, kimi dışa doğru...
Bunu elma örneği ile açıklarsak, ortaya şöyle bir durum çıkar:
Siz elmanızı ikiye bölüyorsunuz ve iki yarım yerine iki tam elmanız oluyor.
Sonra o iki elmayı da ortadan ikiye bölüyorsunuz ve 4 tam elmanız oluyor.
Sonra o 4 elmayı da ortadan ikiye bölüyorsunuz 8 tam elma sepette sizi bekliyor.
Sonra o 8 elmayı tek tek ortadan ikiye bölüyorsunuz ama bu sefer bazıları elma yerine armut, bazıları kiraz, bazıları muz, bazıları da şeftali oluyor!!!
Böldüğünüz elmalarının giderek çoğalması gibi garip bir duruma alışmaya çalışırken, bu yeni durum karşısında şaşkınlıktan aklınız başınızdan gidiyor!
İşte, yaratılışımızın ilk günlerinde bedenimizi oluşturacak o ilk hücre yığınının başına gelen böyle bir şeydir...
Ve eğer yeni doğan hücreler böyle şekilden şekile giriyor olmasaydı, 9 ay 10 gün sonra, minicik bir bebek değil, üç kiloluk kocaman bir et yığını doğardı.
Oysa hücreler çoğaldıkça değişir ve artık adına embriyo denen minik insancığın belli yerlerinde bir araya gelerek organları oluşturmaya başlarlar.
Başlangıçta hepsi aynı hücre iken, bir süre sonra kimisi el olur, kimisi kol..
Kimisi kemik, kimisi kas..
Kimisi görecek göz, kimisi işitecek kulak, kimisi koklayacak burun ve kimisi binlerce farklı tadı birbirinden ayırt edebilecek bir dil..
Kimisi mide, kimisi böbrek, kimisi kalp ve kimisi de beyin...
Ve iğne ucu kadar minicik bir hücrecik, 9 ay sonra, ortalığı ayağa kaldıran viyaklamalarla dünyaya merhaba der.
Ağlar, güler, rüyalarında melekleri görür..
Annesini sever, babasına tatlı tatlı bakar..
Ayağa kalkar yürür.. Hatta bir süre sonra koşmaya başlar...
Sabahları güneşi selamlar, neşe ile yatağından kalkar..
Geceleri yıldızları görür, gündüzleri bulutları..
Yağmurlu günlerde, pencereden bahçeleri seyreder...
Çiçekleri koklar.. hanımellerini, gülleri, papatyaları..
Dondurmanın tadına bakar.. Ve bütün fındıklı kurabiyeler ile çikolatalı pastaların...
Bahar bayramlarında, serçelerin şarkılarını dinler, bir kanaryanın ötüşüne hayran olur...
Okula gider, okuma-yazma öğrenir..
Düşünür, hayaller kurar, özler, sever, kızar..
Belki şiirler yazar, belki birbirinden ilginç hikâyeler...
Belki şarkılar söyler, notalardan besteler yapar..
Belki doktor olur, belki bir mimar...
Belki bir başbakan, belki de bir astronot!
Ve ne zaman aynaya baksa, bir zamanlar bir iğne ucu kadar minicik bir hücrecik olduğunu düşünür, sonra da şükreder...
Yani o minicik hücrecik, bir insan olur...
Bir Kur’an Mucizesi
ACABA, yıldızlardan, dağlardan, aşılayıcı rüzgarlardan, bulutlardan, demirden, dolu tanelerinden.. bahseden Kur’an insanın yaratılışı gibi önemli bir konuda ne diyordu? 1400 sene önce, insanlığa gönderilen Kur’an’da insanın yaratılışı ile ilgili ayetler var mıydı?
Ve bu ayetlerde anlatılanlar, bilim adamlarının taş çatlasa 50-100 sene kadar önce keşfettikleriyle uyuşuyor muydu?
Elbette Allah Kur’an’daki, pek çok ayette insanın anne karnındaki yaratılması gibi büyük bir olaydan bahsetmekteydi.
Ve bu yaratılış ayetlerinin hepsi, bilimin en yeni keşifleriyle azıcık aklı ve vicdanı olan herkesin hayranlıktan ağzını açık bırakacak birer mucizeydi.
Hele durup, bir iki nefes alan, sonra da gözlerini kapatıp; bu ayetlerin 14 asır önce, insanların kız çocuklarını diri diri toprağa gömdükleri bir çöl memleketinde vahyedildiğini düşünen biri için, Kur’an’ın Allah kelamı olduğuna başka hiçbir delil aramadan iman etmesine fazla fazla yetecek kadar mucizeydi...
Mesela Hacc Suresi’nin 5. ayeti:
“...Biz sizi önce topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir alekadan, sonra kısmen şekillenmiş, kısmen şekillenmemiş bir çiğnem etten (mudga) yarattık..”
Mesela Mü’minûn Suresi’nin 12, 13 ve 14. ayetleri:
“And olsun, Biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam bir karar yerinde bir nutfe yaptık.
Sonra nutfeyi aleka halinde, alekayı mudga halinde yarattık. Mudgayı da kemik halinde yarattık; kemiklere ise et giydirdik.
Sonra da onu bambaşka bir yaratışla inşa ettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!”
Bir de, Mü’min Sûresi’nin 67. ayeti var:
“Sizi önce topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir alekadan yaratan, sonra da olgunluk çağına ve nihayet ihtiyarlığa erişmeniz için bebek olarak çıkaran O’dur. Kiminiz bundan önce öldürülür; kiminiz de, aklınızı kullanırsınız diye, belirlenmiş bir vakte erişecek kadar yaşatılır.”
Kur’an’ın, Sevgili Peygamberimiz’e (asm.) tam 1400 sene önce Allah tarafından Melek Cebrail aracılığı ile vahyedilen ilk iki ayet de, insanın yaratılışı ile ilgilidir:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı bir kan pıhtısından (Alâk) yarattı.”
— Alâk Sûresi, 1-2
Bu ayetlerin bizlere işaret ettiği ilk mana, anne karnındaki yaratılışımızın eski zamanlarda zannedildiği gibi, içinde her şeyiyle tamam bir insancık taşıyan sperm ya da yumurta hücresiyle olmadığıdır.
Bilimin, 18. yüzyıla kadar ciddi ciddi tartıştığı bu gerçek dışı fikirler, Kur’an’ın bin seneden fazla bir süre önce vahyedilen ayetleri karşısında, leylek hikâyeleri kadar komik durmakta değil mi?
•••
Safha safha yaratılışımızı ifade eden ayetlerde tekrar edilen bazı kavramlar dikkatinizi çekmiştir:
Nutfe - Aleka - Mudga
BU KELİMELERİN her biri anne karnındaki yaratılışımızın birbirini takip eden safhalarından birini tarif etmek için kullanılmıştır.
Peki bu safhalar neler ve modern bilimin pek yakın bir zamanda keşfettiği bilimsel gerçeklerle acaba nasıl bir ilgisi var?
NUTFE: Sözlük anlamı bir su damlası demek olan nutfe, burada erkek üreme hücresi yahut, döllenmiş kadın üreme hücresi anlamında kullanılmış.
Her ikisi de neticede bir su damlasıdır ve bizim hikâyemiz, bu su damlacığı ile yani nutfe ile başlar.
ALEKA: En şaşırtıcı benzetme budur. Çünkü alekanın 3 ayrı anlamı vardır ve hepsi de ceninin gelişimi ile doğrudan ilgilidir:
1- Bir yere asılma, tutunma: Döllenmiş yumurta yani zigot, rahim duvarına asılıp tutunur.
2- Sülük: Durmadan bölünüp çoğalan zigot, kısa bir süre sonra minicik bir sülük şeklini alır.
3- Kan pıhtısı: Cenin, içinden kan akan bir damar ağına sahip olmadığı için minik bir kan pıhtısı gibidir.
MUDGA: Ağızda çiğnenmiş lokma anlamında Arapça bir kelimedir.
Ceninin bu aşamadaki hali, üzerinde diş izleri bulunan bir et parçasına benzer. Organları ise yavaş yavaş bu et parçasının içinde belirmeye başlar.
İşte size yaratılış gerçeğimizi 1400 yıl önce adım adım bize tarif eden Kur’an ayetlerindeki mucizeler...
Ne demişler, yapan bilir, bilen konuşur...
ŞU ACAYİP İNSAN VÜCUDU kitabından