"Müjgan Müjgan Üstüne"
Güncelleme tarihi: 27 Nis 2020

BEN LİSEDE öğrenciyken bir arkadaşım Müjgan adında bir kıza sırılsıklam aşık olmuştu. Bilirsiniz böyle şeyler de insanın hep “bir arkadaşının” başına gelir nedense!?
Zavallı, kendinden bir üst sınıfta okuyan Müjgan’a o kadar tutuktu ki, “Müjgan’ı görünce açlığımı ve susuzluğumu unutuyorum abicim” derdi.
Tabi, genellikle yemeklerden sonra!
Benim gibi gençlik, öğrencilik yıllarında azıcık ucundan kıyısından şiire, edebiyata, yazıya çiziye merakınız varsa, arkadaşlarınız için birtakım özel mektuplar yazmaktan kendinizi kurtaramazsınız; Söylemesi ayıp, ben de çok aşklı meşkli mektup yazdım başkaları için...
Bu mektuplar yüzünden okul koridorlarında suratına şırrak diye şamar yiyen de oldu, disipline verilen de, muradına eren de...
Fakat bir keresinde işler öyle çığırından çıktı ki, ben, bu el mektubu yazma işini tövbe-i nasuh ile bıraktım.
Ne mi oldu? Nasıl mı oldu? Anlatayım...
Her şey benim mektup için gerekli malzemeyi temin etmek adına arkadaşıma bir takım sorular sormamla başladı.
– Abicim nolur fiyakalı bir mektup olsun ya!
– Ya tamam! Nasıl bir kız bu, azıcık anlat.
– Ya nası nasıl ya? Hiç görmedin mi?
– Görmedim gördüysem de hatırlamıyorum
– Abicim nasıl görmessin abicim Müjgan’ı nasıl görmezsin ya! İnsan Müjgan’ı görmez mi?
– Tamam tamam! Kes de anlat!
– Şimdiii boyu biraz kısa ama kirpikleri çok uzun.
– Boy kısa, kirpikler uzu...
– Aha! Buldum!
– Ne buldun abicim ya!
– Mektubun ana omurgasını buldum
– Omurga?
– Yani oğlum mektubu hangi konu üzerinden inşa edeceğimi buldum.
– Haa! Hangi?
– Müjgan tabiki?
– Abicim mektubu zaten Müjgan’a yazıyoruz. Müjgan kızın ismi ya!
– O değil be salak! Müjgan kirpik demek.
– Haa!
– Müjgan kirpik demek kirpik! Gönderme yapacaz, alt metin döşeyecez, tecaülü arifden tut, mecazına, ne kadar edebî sanat varsa alayını dibine kadar verecez mektuba!
– Tamam da abicim, ya bu kız Müjgan’ın kirpik olduğunu bilmiyorsa.
– Deli deli konuşma Kazım! İnsan isminin anlamını bilmez mi?
– Valla ne bileyim.
– Sen bana ordan bi kaşarlı yaptır hadi koş. Ben de kabasını attırayım mektubun.
– Kaşarlı?
– Kaşarlı kaşarlı, çift koydur.
Bir hafta böyle geçti. Böyle derken elbette hergün çift kaşarlı tost yemedim; bi kaşarlı bi sucuklu. Arada da bazı bazı çubuk kraker...
– Abicim ne oldu bizim o iş?
– Yazdım yazdım az kaldı. Cilasını çekiyorum.
– Cilasını? Ha tamam!
– İçim kıyıldı Kazım ben şimdi kalkmayayım bunu başından sen bi bisküüt müsküüt bi şeyler alda gel kantinden.
– Tamam tamam!
Nihayet ben mektubu tamamladım. Günlerdir müsveddelere çiziktirdiğim satırları bir gece, itina ile beyaza geçtim, sabah aldım da geldim.
– Kazım al koçum, tamamdır.
– Vallaha mı?
– Cillöp gibi oldu.
– Abi bu ne böyle kağıt buruş buruş
– Ya arkadaş onu özellikle öyle yaptım. Önce kırıştırdım, sonra anneme ütülettim bi güzel.
– Allah Allah! Sebep?
– Eski kağıt görüntüsü olsun diye. Romantiiizmm dostum romantiiizm. Hatta bir köşesi de ütülerken acık yandı, daha şahane oldu.
– Yandı mı? Ya niye yandı ya?
– “Senin için yanıyorum” anlamına gelir oğlum! Çaktın mı şimdi köfteyi?
– Haaa! Büyük Kazanova’sın sen var ya?
– Cyrano de bari angut!
– Cirano?
– Bırak sen bırak, hadi git ver mektubunu.
– Bi okuyayım da ondan sonra.
– Teessüf ediyorum. Arkadaşına güvenmiyor musun?
– Yok ondan değil de bilsem iyi olmaz mı?
– Okusan ne olacak anlamazsın sen. Ben onu kadın ruhuna göre yazdım.
– Kadın ruhu! Ha tamam o zaman! Ama şey...
– Ya bende bir kopyası var! Onu veririm sana okursun merak etme. Sen koş ver hemen mektubu zil çalmadan, koş!
– Adamın kralısın la!
– Ya bırak!
Okumadığı mektubu sırf bana güvenip sevdiği kıza veren Kazım’ı bir sonraki ders idareden çağırdılar. Yüzünde karpuz dilimi kadar kocaman bir sırıtışla sınıftan içeriye giren bir nöbetçi, içinde biriken kahkahayı tuta tuta edebiyat hocamız Fahreddin Dındın’a seslendi.
– Öğretmenim Kazım İritekir’i idareden çağırıyolar.
– Esbab-ı mucibesi sizce malum mu?
– Efendim
– Niye çağırıyolarmış?
– Bir mektup meselesi varmış.
– Ne mektubu?
– Bilmiyorum öğretmenim.
– Bilmiyorsun da ne sırıtıyorsun? Ne mektubu yazdın oğlum Kazım? Kime yazdın?
– Bi.. bi..bi.. bilmiyorum öğretmenim.
– Git hemen işin bitince gel oyalanma orada burada. Sözlüye çekeceğim daha seni.
– Pe.. pe.. pe... peki Hocam.
Kazım, sırasından kalkıp giderken yüzüme bir bakış baktı ki, acıklı acıklı yaşaran gözleri, adeta, “Arkadaşım dedim güvendim sen o mektubu değil beni yaktın!” der gibiydi...
Kazım sınıftan pürtelaş çıkınca beni de bir telaş sardı. Hayır elbette Kazım, “O mektubu ben yazmadım bu yazdı!” diyecek adam değildi. Dayaktan kapkara etseler de söylemezdi kesinlikle.
Ben bundan korkmuyordum, benim korkum, gaza gelip, mektuba Kazım’ın başını derde sokacak saçma sapan, deli sulu bir şey yazıp yazmadığımdı.
Dındın Hoca’ya çaktırmadan mektubun kopyasını cebimden çıkarıp okumaya başladım.
Ne yalan söyleyeyim, şaka maka çok güzel bir aşk bir mektubu olmuştu. Bugün olsa yazamam. Herşey zamanında demek ki...
“Müjgan’ım, o yeşil menevişli gözlerini her gördügümde açlığımı ve susuzluğumu unutuyorum. Beni mazur gör, o uzun kirpiklerin ok gibi sineme saplanmış, sana kim Müjgan ismini vermişse, ah ne güzel yapmış...”
Mektup böyle sürüp gidiyordu. Kortuğum gibi içinde Kazım’ı utandıracak bir şey de yoktu. Fakat son satıra geldiğimde başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Her bir saç telimin dibinde bir ateş yakılmıştı sanki. Tepeden tırnağa kadar beni yangınlı bir ürperme sardı.
Mektubun sonuna, Samimi ve aşık Kazım İritekir yerine, bir dalgınlık yanlışlığı ile kendi ismimi yazmıştım çünkü...
Ne yapacağımı bilemez halde sağa sola bakınırken Kazım geldi. Beti benzi sararmış ve sırtında bir küfe taş taşıyormuşcasına çökmüş görünüyordu.
– Hallettiniz mi oğlum? Neymiş mesele?
– Mühim bir şey değilmiş öğretmenim. Bi karışıklık olmuş sadece.
Başımı kaldırıp Kazım’a bakamadım. O usulca benim yanımdan geçerken, sıramın üzerine minik pembe renkli ve üzerinde kan kırmızı kalp resmi olan bir kâğıt bıraktı.
Meğer Kazım idareye hiç gitmemişmiş. Müjgan o gün koridor nöbetçisiymiş. Gelen de ikinci nöbetçiymiş. Kazım’ı çağırması için onu Müjgan göndermiş.
Fahreddin Dındın, çantasından, cildi okunmaktan yıpranmış bir kitap çıkarttı. Sınıfı şöyle bir gözden geçirdikten sonra, kitabı Kazım’a uzatıp “Sen oku bakalım şu şiiri!” dedi.
Onun beni görmesinden çekine çekine Kazım’a bir gizli bakış attım. Bir kaç kere derince yutkundu, içlice nefes alıp verdikten sonra, şiiri okuyacak takati kendinde anca buldu.
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne
Urma zahm-ı sîneme peykân peykân üstüne...
Şiirin daha ilk dizesindeydi ki, iri kara gözlerinden süzülen kocaman bir yaş, yanaklarından aşağıya doğru, kimselerin işitmediği bir feryat ile süzüldü. Süzüldü ve Kazım İritekir, Dındın Hoca’nın eski kitabının naftalin ve rutubet kokan yıpranmış sayfaları üzerine, günün anlam ve önemine binaen, ıslak bir tarih düşürdü...
Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne... .