top of page

Mütevazı Olmak 'Ezik' Olmak Değil!





ÖĞRETMEN HALİS MUHLİS bazı şeyleri hemen her derste tekrar ederdi. Mesela, “Bilmediğiniz kelime için sözlüğe bakın. Bildiğiniz kelime için iki kere bakın!” en çok tekrar ettiklerinden biriydi. Çünkü onun için kelimeler ve kavramlar önemliydi. Her bir öğrencisinin, ağzından çıkan her bir kelime ve kavramın ne anlama geldiğini bilerek kendisini dinlemesini istiyordu. Herkesin ezbere bildiği kelimelerin anlamlarına bir kez daha, bir kez daha bakmaları için, sınıfa kocaman kocaman sözlükler getiriyor ve onlardan ısrarla SÖZLÜK okumalarını istiyordu.

“Roman okur gibi, masal okur gibi sözlük okumalısınız. Ne kadar çok kelime ve kavram bilirseniz, o kadar derin bir düşünce dünyanız olur…”

– Hanımefendiler beyefendiler! Ben elbette sizler gibi TEVAZU kelimesinin anlamını biliyorum. Ancak yine de buraya gelirken bir lûgata baktım. Hatta iki lûgata baktım. Böylece “Bildiğin kelime için iki kere bak!” kuralını da ihlal etmemiş oldum.

– Neymiş TEVAZU söyleyecek olan var mı? Cemile!

– Tevazuu şey öğretmenim başkalarına hava atmamak!

– Süper! Gerçekten güzel ifade ettin. Daha doğrusu lûgatlarda anlatılanları iki kelime ile özetlemiş oldun. Hem de hepimizin anlayacağı iki kelime ile…

– Oley be!

– Tevazu, arkadaşlar! Büyüklenmemek, kibirden uzak olmak, alçakgönüllülük gibi anlamlara geliyor. MÜTEVAZI ise, tevazu sahibi demek…

– İşte benim dediğim de o öğretmenim “hava atmamak!”

Halis Muhlis, Cemile’nin TEVAZU kelimesine verdiği bu anlamı beğenmekle birlikte gülmeden de edemedi elbette.

– En iyisi sana güzel bir sözlü notu vereyim Cemile!

– Obaaaa!

– Değişik bir tepki oldu.

– O zaten çok değişiktir öğretmenim.

– Evet buraya dikkat arkadaşlar! Bana göre mütevazı insan neye benzer biliyor musunuz?

– Neye benzer öğretmenim?

– Deniz seviyesinden yukarılara doğru çıkıldıkça sayısı azalan bir ağaç türüne benzer. Yüksek tepelere, ulu doruklara ve baş döndürücü zirvelere doğru, tek tük görülen bir ağaç türüne…

– Ama niçin?

– Çünkü insanların makamları, mevkileri yükseldikçe, isimlerinin önüne gelen afilli rütbeler, veyahut ünvanlar çoğaldıkça, MÜTEVAZI olmaları zorlaşmaya başlar da ondan…

– O yüzden mi müdürler havalı oluyor öğretmenim!

Halis Muhlis, İdris’in bu sözlerine çok güldü. Ve “Sanırım biraz o yüzden. Ama tabi bazı müdürler, bizimkisi değil!” diye cevap verdi.

– Bir zamanlar, köyün birinde muhtarlık seçimi yapılmış ve sonuçları ilan edilir edilmez, yeni muhtarın ilk yaptığı iş, köyün kahvehanesinde bir sandalyenin üzerine çıkıp şöyle bir konuşma yapmak olmuş: “Ben de düne kadar, sizin gibi sıradan bir köylüydüm..!”

– Yuh! Hemen de havaya girmiş değil mi öğretmenim!

– İşte insanların bazıları böyledir arkadaşlar. Allah onlara bir nimet verir de derecelerini halkların arasından yükseltti mi, geride kalanlara yukarılardan bakarlar. Ve bilirsiniz, bir yere yukarılardan bakarsanız, o yerdeki her şeyi kendinizden küçük görürsünüz. Ağaçları, evleri, yolları ve tabii insanları. TEVAZU sahibi insan ise ne başkalarını küçük görür, ne de kendisini büyük görür.

– Hatta kendisini küçük görür değil mi öğretmenim!

– Hayır! Hayır! Hayır! Asla! İnsanlara karşı mütevazı olmak, kendini onlardan aşağıda görmek anlamına gelmez. Bir insan sultan da olabilir, âlim de olabilir, müdür de, bakan da, başkan da.. Bunların hiçbiri onun mütevazı bir kimse olmasına engel olmaz.

Tevazu, EZİK OLMAK değildir! Kimseyi ezmemektir! İnsanlara hor bakmamaktır. Yetimlerin başlarını sevgiyle ve şefkatle okşamak, düşkünlere el uzatmak, fakirlere yardım etmek, çocuklara kol kanat germek, zayıfları incitmemek ve incitenlerden korumaktır.

Tevazu hor görmemektir.

Tevazu hoş görmek, affetmektir.

Kimseyi küçümsememektir.

Çağıranın davetine gitmek, sorana cevap vermek, uzatılan eli tutmaktır.

Hastaları ziyaret etmek, düşenin yanına koşmaktır.

Tevazu, sokakta oynayan çocuklara bile selam vermektir. Hâl hatır sormaktır, vefalı olmaktır.

Tevazu, kendi işini kendi görmek, kimseye yük olmamaktır.

Ve tevazuyu yine bir ağaca benzetecek olursak, elbette dev gibi bir ağaçtır ama uzanan uzanmayan herkese meyvelerinden tattıran, şefkatle eğilmiş yemişli dalları vardır…

Halis Muhlis uzun uzun konuştuktan sonra hep yaptığı gibi yine durdu. Bir süre sustu, pencereden dışarıya baktı. O havalı el kol hareketi ile saatine baktı. Aslında bütün bunlar kendisinden çok, öğrencilerine bir nefes aldırmak ve anlatmaya kaldığı yerden devam etmeden önce onların akıl ve kalplerini azıcık dinlendirmek içindi.

– Hanımefendiler, beyefendiler! Bizim Sevgili Peygamberimiz, işte böyle yüce bir tevazuya sahipti. O bir peygamberdi, üstelik peygamberlerin sonuncusu ve en büyüğü idi. Allah, hiçbir elçisine nasip etmediği Mirac yolculuğunu ona nasip etmişti. O, insanlık âlemi içinde böyle erişilmez bir zirvede olmakla birlikte, insanlara karşı son derece MÜTEVAZI idi.

“Anam babam sana feda olsun!” diyen arkadaşları bir emri için gözünün içine bakarken, elbisesinin söküğünü kendi diker, ayakkabılarını kendi mübarek elleri ile tamir ederdi. Evinde hanımlarına yardım eder, ev işlerini yapardı. Kuyudan su çeker getirir, koyunları sağardı.

“Ben bir peygamberim benim böyle işlerle ne işim olur!” demezdi.”

Bir gün, Ebu Hureyre ile birlikte Medine pazarına alış veriş için çıkmışlardı. Bir miktar bir şeyler aldılar. Eve dönüş sırasında Ebu Hureyre, Resulullah’ın (asm) elindeki yükü alıp, kendisi taşımak istedi. Ancak Peygamber Aleyhisselam, buna izin vermedi.

“Kişi eşyasını taşıyabiliyorsa, kendi taşımalıdır” dedi.

O, bütün ümmetinin yükünü sırtında taşıdığı halde, kimseye yük olmak istemezdi.

Bir gün yolda yürürken, ayakkabısının bağı çözüldü.

– Ben olsam koşardım hemen bağlardım Peygamberimizin ayakkabısının bağını öğretmenim!