Kaderin Elmas Kılıcı
Güncelleme tarihi: 28 Kas 2020

Tahnitçi rahiplerce, iç organları itina ile yerinden sökülüp alınmış, kalbi çıkarılmadıysa da, büzüşüp bir kuru üzüm tanesi kadar kalmış, beyni büyük ihtimal, tembel bir rahip tarafından öteki tarafta işe yaramayacağı söylenip, bir kanapos urnasına konmak yerine, burnundan sokulan kızgın şişlerle eritilip akıtılmış, cesedi kararıp abanoz kesilmiş bir mumyayı sarmalayan keten şeritler gibi, rutin ve konforlu bir yaşayışın uyuşturucu tesiri hayatını sardığında…
Alışkanlıklar, kat kat tül perdeler gibi bakışını kapattığında…
Yıldızları ve çiçekleri umursamadığında artık…
Baharı beklemediğinde…
Erguvanları merak etmediğinde…
Altın kalpli papatyalar ilgini çekmediğinde…
Bir gergedanınki gibi, bir hayat sana dokunduğunda, yahut sen değdiğinde bir hayata, teninin sıcaklığını hissedemeyecek kadar kalınlaştığında derin…
Artık, yetimlerin başlarını okşayamadığında mesela…
Anneni özleyemediğinde…
Topraktan, hurda pasından, motor yağından başka hiçbir kir bulaşmamış ellerini öpemediğinde babanın…
Vicdan için asıl vatanın, üzerinde inleyen masumların yaşadığı her yer olduğunu unuttuğunda…
Kredi borcu bitmediği için o sene de “maalesef” zekat vermediğin pahalı arabanın camına at nalı gibi Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye tuğrası yapıştırıp, yanına yaklaşan mülteci çocukları azarladığında…
Kimseye sıcaklığını hissettiremeyecek kadar buza kestiğinde bedenin…
Dinin, insafsız satıcıların tezgahlarında para etmeye başladığında…
İnancını pazara sürdüğünde…
Musab bin Umeyr’in ayağında hadramut işi pahalı sandaletler, omuzlarından su gibi akan yumuşak ipekli kumaşlardan harmaniyeler içinde geçtiği sokaklarda, ardında nadide ıtırların baş döndürücü rahiyasını bıraktığı günlere özenip, sonradan kendisine kefen bile olamayacak kadar kısa, narin tenine dalan, kalın kaba çuldan bir örtüyü dikenlerle üzerine tutturduğu günleri artık hatırına getirmediğinde…
Kalbin katılaştığında…
Kuruyup, bir üzüm tanesi kadar kaldığında…
O rutin ve konforlu yaşayışın süt liman koylarında, kendinden emin, enginlerde kopan fırtınalardan uzak ama yelkenlerini bir kez bile doya doya şişirememiş kalyonlar gibi, asalak istiridyelerin sardığı gövdenle, denizin tadını alamadan, dibini boylayacağın güne kadar çürüye çürüye beklerken, hayal bile edemeyeceğin bir fırtına kopar…
Kaderin elmas kılıcı, ansızın parıldar…
Bir afet, bir tufan, bir deprem, bir ölüm, bir kanlı savaş…
Böyle şeylerin sadece başkalarının başına gelebileceğinden en emin olduğun bir zamanda, yıldırım gibi üzerine indirilen tutkulu ve imkânsız bir aşk ya da…
Kasıp kavurucu bir firak ve kıskançlık elemi belki de…
Yahut, milimetrenin milyonda bilmem kaçı kadar bir mikrobun sebep kılındığı ve yakalananlara, ciğerlerinin cam kırıkları ile dolu olduğu gibi korkunç bir his yaşatan pandemik bir hastalık kılığına bürünen o elmas kılıç, aslında bir Hızır gibi imdadına yetişir…
İlkin, farkedemezsin…
Ezanların bir ağıt gibi okunmaya başlar…
Ne şadırvanların tatlı şırıltısı duyulur, ne de yorgun ihtiyarların mütevekkil gölgeleri düşer taş avlulara…
Omzunu dayayacağın tek bir saf bulamazsın…
Sebepler, replikleri bitmiş oyuncular gibi sahneden birer birer inerken, bunun bankamatik önlerinde, “Geçici olarak hizmet veremiyoruz” ikazını görmeye hiç benzemeyen bir çaresizlik olduğunu anlarsın.
Bu, doların yükselmesine, petrol fiyatlarının tavan yapmasına, altının zirveyi görmesine, tuttuğun ve ona tutunduğun partinin kıl payı seçimi kaybetmesine de benzemez…
“Bütün esbabın bilkuvve sukût ettiği” andır o…
Allah’la başbaşa kalırsın…
Güzel, tatlı, konforlu rutininin bozulmasına içten içe öfkelenir, kendini bildin bileli sorman gereken soruları sorar, Yaradanın senden ne istediğine dair gizli aşikar şekvalı sorgulamalarla talihine isyan eder, eski güzel günlerin özlemini duyarsın…
“Keşke dönebilsem o günlere..” dersin. “Hayat yine sessiz ve sedasız bir kedi gibi geçip gitse yanımdan. Bana dokunmadan…”
Oysa canının en çok acıdığı anlarda, o sessiz sedasız, o kedi gibi yanından geçip gitmesini istediğin hayatın, sana ait olduğunu bir süre sonra anlarsın.
Sana dokunmadan geçip gitmesini istediğin o hayata, aslında senin de hiç dokunamamış olduğunu farkedip, ürperirsin…
Kaderin ışıldayan keskin elmas kılıcı, mahir, şefkâtli ve hakîm bir cerrahın iyileştirici ellerindeki neşter gibi, keten şeritleri keser atar, alışkanlığın bakışını kapatan kat kat tül perdelerini parça parça eder.
Yıldızları ve çiçekleri sevmeye başlarsın birden…
“Erguvanlar açtı mı?” diye merak edersin. “Gidip bakamıyorum da…”
Tok karna yatmak seni huzursuz eder artık…
Ne zaman uzaklardan bir ambulans sireni duysan, dudaklarından şifa duaları dökülür…
Baban için meraklanır, anneni ararsın…
Mülteci çocuklar gelir aklına, binlerce, on binlerce çocuk… Gelir ve bir daha da gitmez…
Gözyaşının, ne kadar sıcak olduğunu da, yine o günlerde keşfedersin…
Özlemeye, sevmeye, hayret etmeye, merhamet duymaya, başkalarını düşünmeye, Mus’ab’ın neden hadramut işi pahalı deri sandaletlerini ve omuzlarından su gibi akan yumuşak ipekli harmaniyesini çıkarıp, kendisine kefen bile olamayacak kadar kısa, kaba ve narin tenine dalan bir çula büründüğünü, ıtır kokulu o konforlu rutin hayatını neden ve kimin için terk ettiğini düşünürsün…
Kaderin kılıcı canına değdikçe acıtarak, senden ümit kesilmediğini ve sana bir kez daha insan olma şansı tanındığını, nihayet anlarsın…
Yerlerde yaralı bir hayvan gibi kıvranırken, “Sırattan geçiyorum Ya Rabbelâlemin! Bırakma ellerimi” diye yalvarırsın Allah'a…
Ve umarım bu sefer, şansını iyi kullanırsın…