top of page

Kaderimiz, Böyle Bir Kader...

Güncelleme tarihi: 12 Tem 2020



İLK GENÇLİK dedikleri yaşlardaydım. Kaderin ne olduğuna dair en küçük bir fikrim yoktu. Fakat bu esrarengiz kelimeyi, son zamanlarda çok sık duyar olmuştum.

“Ne yapalım kaderim böyleymiş...”

“Kader kurbanı oldu yazık, pek de gençti...”

“Ben böyle kadere ne diyeyim arkadaş...”

Kimin ağzından, içinde ‘kader’ geçen bir cümle çıksa; ormanda bir çıtırtı duyan tavşanlar gibi durup etrafıma bakınıyor ve konuşulanları anlamaya, anladıklarımdan da, kaderin ne anlama geldiğine dair, bir anlam çıkarmaya çabalıyordum...

Ama, nafile çabalıyordum...

Çünkü duyduklarım, bana kaderin ne olduğuna dair hiçbir ipucu vermediği gibi; onu daha da bilinmez bir şey haline getiriyordu...

“Kader işte... Ne yapacaksın?!”

“Adam kaderine boyun eğdi!”

“Bendeki kader de kimsede yok.!”

İnsanlar bir lanetten, herkesi eninde sonunda yakalayacak bir belâdan bahseder gibi bahsediyorlardı kaderden...

“Bizim de kaderimiz böyleymiş...”

“Kader utansın...”

“Kader yüzümüzü güldürmedi...”

Kader öyle etti, kader böyle etti... Hemen herkes kaderden şikayetçiydi...

Kimin başına kötü bir iş gelse, kimin işleri kötüye dönse, kim düşse, kim hasta olsa, kim başını bir duvara çarpsa, kim malını mülkünü kaybetse.. kadere veryansın ediyordu...

Onca serveti gözümüzün önünde, at yarışı kumarında kaybettikten sonra, çatapat fabrikasında bekçilik yaparak geçimini sürdürmek zorunda kalan İcabettin Dayı bile, kaderinden şikayet etmeden neredeyse tek bir gün geçirmiyordu!

İşin garibi, kimsenin aklına İcabettin Dayı’ya, “Kadere ne söyleniyorsun, kendine söylen söyleneceksen!” demek de gelmiyordu...

Kadere karşı yapılan bu itirazlar, ne kadar haklı itirazlardı?

Hepsinden önemlisi, neydi bu kader?

“Ah kader! Ah kader!” diye kime kızıyordu bu insanlar, neyi suçluyorlardı?

İlk gençlik çağlarımın başlarındaydım. Kaderi merak ediyordum.

Ve bindiğim bütün minibüslerde, hep aynı şarkı çalıyordu:

“Bana kaderimiiiiiin oyunu mu buuuu...”



Kötülükler kaderden, ya iyilikler?

Kaderi düşünürken ilk farkettiğim şey, insanların başlarına gelen kötü ve olumsuz durumlar karşısında sürekli onu dillerine doluyor olduklarıydı. İşler yolunda giderken, kimsenin kaderi hatırladığı falan yoktu.

Kendi kendime, “Galiba..” dedim. “Kader sadece kötü olaylarla ilgili bir şey...”

Mesela kazalarla, hastalıklarla, beklenmedik ölümlerle, iflas etmelerle yanlış işlere bulaşmalarla.. falan!”

İnsan etrafında, kaderinden memnun olan ve kaderine sevinen hiç kimseyi görmeyince, böyle düşünüyordu ister istemez...

Bir süre, kader benim için hayatta başıma gelmiş ya da gelecek ne kadar kötü şey varsa, onların sebebi olarak kaldı. Fakat, hayatımdaki sayısız iyi ve güzel şey ne olacaktı?

Bir ağaca tırmanabilecek kadar büyüdüğümde, evimizin arka bahçesinde, kocaman bir incir ağacı bulmam mesela...

Tekrar tekrar okumaktan büyük keyif aldığım kitapların, Mercan Adası’nın, Kaptan Grant’ın Çocukları’nın, Küçük Prens’in, Tom Sawyer’in.. ben onları öyle uzun boylu aramadan, şıp diye karşıma çıkıvermeleri...

Ilık gölgelikli yaz vakitlerinde, çiçek açmış ıhlamur ağaçlarının altından gözlerimi kapatıp kollarımı açarak geçmelerim...

Tanıştığım bütün kuşlar ve sırtını sıvazladığım bütün kedilerim...

Sabahları taze ekmek, tereyağı, akşam sofralarında tarhana çorbası...

Ve sevdiğim herkesin yanımda olması...

Hayatımda bir sürü güzel şey vardı. Ve bunlar da benim kaderimdi elbette...

Hastalık nasıl kaderse, sağlık da öyle kaderdi çünkü...

Ayrılık da kaderdi, kavuşmak da..

Kaybetmek de kaderdi, kazanmak da..

Zenginlik de kaderdi, fakirlik de...

Doğmak da kaderdi, ölmek de...

Galiba, “Kader nedir?” sorusunun cevabını “şimdilik” bulmuştum:

“Başımıza gelen şeyler! İyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış.. yaşadığımız ya da yaşayacağımız her şey bizim kaderimizdi..!”

Eh! Bu, bir önceki cevaba kıyasla çok daha doğruydu. Fakat, o kadar da eksikti...

Çünkü kader, sadece insanların hayatları ile, yaşadıkları ile alâkalı bir şey değildi.

Her şeyin, bir kaderi vardı!

Parmak uçlarımdan dağlara, yıldızlara, sabah kozasından çıkıp, akşama kalmadan ölen bir takım ince kelebeklerden, gezegenin en uzun ömürlü canlıları olan bin yıllık, sekoya ağaçlarına kadar her şeyin, bir kaderi vardı...