İnanılmaz Bir Şey: Var Olmak!

Bazen iki kelimenin... İki kelimelik tek bir cümlenin, sayfalar hatta kitaplar... Kitaplar dolusu anlamı vardır... Mesela, var olmak gibi...
Ben Filozof ile tanışmadan önce, kendimi bir hiçlikten, bir başka hiçliğin ortasına fırlatılıp atılmış, minicik, anlamsız bir noktaymışım gibi hissediyordum. Ne bir başlangıca, ne de bir sona ait olmayan bu belli belirsiz nokta, iki karanlık ortasında duruyordu: Benim geçmişim ve benim geleceğim...
Aynada gördüğüm şeyden hiç memnun değildim. Onun neden orada olduğuna dair bir fikrim yoktu. Ona bir anlam da bulup veremiyordum.
İmkânsız hem de mantıksız ama “olmak ya da olmamak” arasında tercih yapmam gerekseydi, var olmayı seçmek için tek sebep bile bulamazdım; kendi var oluşuma nasıl bir anlam bulabilirdim? Bulabildiğim tek anlam, bunun hiçbir anlamı olmadığı idi.
Bu anlamsızlık, düşünmediğimde, kendimi oyalayacak bir şeyler bulduğumda geçeceğini umduğum, ancak geçmeyen bir bulantıya benziyordu.
Bir yanım o bulantıdan kurtulmak isterken, bir yanım ise buna hiç yanaşmıyordu. Varlığımın bir anlamının olmadığına inanırsam, her şey daha kolay olacakmış gibi hissediyordum belki de... Belki de, bu anlamsızlığın bulantısı, bana var olduğumu hatırlatan tek şeydi...
Her ne ise bu, kesinlikle memnun olunacak bir durum değildi...
Bilemiyorum... Üzerinden uzun bir zaman geçtiği için, seneler önceki hislerimi bugünün kelimeleri ile anlatmaya çabalarken, biraz abartıyor da olabilirim. Ancak şundan çok eminim: Filozof ile birlikte yaşamaya başladıktan sonra, o bulantı hissi, yerini bir ürpertiye bırakarak benden kayboldu. Bir insanın gözleri ile görebileceği en büyük mucize olan kendi varlığı, var oluşu, var edilmişliği karşısında duyduğu inanç dolu, sarıp sarmalayan, sarsıp uyandıran ve kendine getiren tatlı bir ürpertiydi bu...
Ben, bir hiçlikten bir başka hiçliğe fırlatılıp atılmış da öyle var olmuş değildim! Hiçlikten, hiçlikten başka bir şey çıkmaz; yok da kendi başına var olmazdı çünkü... Çünkü kendi yoktu!
Ben varlığım yokluğuma tercih edildiği için vardım!
Ben var edilmiştim!
Ben istenmiştim!
Ben var olmaktan memnun ve minnettardım.
Ben elbette şaşkınlık ve sevinç içinde, tepeden tırnağa ürpermeliydim...
Beni o ters dönmüş otomobilin altından, ağzım cam kırıkları ile dolu çekip çıkarırlarken, bütün o ürkütücü hâl ve ihtimaller arasında, aklıma daha önce gelmemiş, kalbime karanlığı o güne kadar hiç düşmemiş bir şeyden korkmuştum: Yok olmaktan!
Hastahanede geçirdiğim günlerde ve eve geldiğim ilk bir kaç hafta, Filozof’tan geceleri ışıkları kapatmamasını istiyordum. Doktorlar bunun, “Travma sonrası bilmem ne...” olduğunu söylediler. Onlara, karanlığın bana yokluğu hatırlattığını söylemedim elbette. Bunu sadece Filozof’a, o tuhaf rüyayı gördüğüm gecenin sabahında anlattım.
Rüyamda büyük, kara bir ormanda kaybolmuştum. Korku ve telaşla ağaçların arasında koşuşturuyordum. Hırkam dikenli çalılara dolanıyor; ayağım, birtakım orman hayvanlarınca eşilmiş tekinsiz çukurlara takılıyordu. İri ağaçların sert, pütürüklü gövdelerine ve alçak dallarına çarpıyordum. Ve her seferinde, benden bir parça kopuyordu...
Bana öyle geliyordu ki, eğer bir yol bulup buradan çıkamazsam, böyle böyle tükenip, yok olacaktım. Korkuyordum. Asla ama asla yok olmak istemiyordum...
Bir yol bulma ümidimi yitirmek üzereydim ki, ansızın etrafını çevreleyen ağaçlardan, alçacık çalılardan gün doğarken neşeli çullukların havalandığı, her yerine yaban çilekleri, çayır papatyaları ve gelincikler işlenmiş bir bahar halısı serili, ferah, ışıklı bir alana çıktım.
Ortada gümüş gümüş parıldayan çerçevesi ile kocaman bir endam aynası vardı. Heyecan ve korku ile aynaya doğru yaklaştım. Hâlâ daha var olduğumu kendi gözlerimle görmek istiyordum. Aynadaki suretimi görünce ilk kez çok sevindim, “Oh!” dedim ve uyandım.
Filozof, yanıbaşımdaki koltuğun üzerinde kıvrılmış, yüzünde hüzünlü bir tebessüm, bana bakıyordu.
Uyku ile uyanıklık arasındaydım ve damarlarımda var olmanın o ürpertici ama tatlı hazzını hissediyordum. Madem yok olmak bu kadar korkutucuydu, öyleyse var olmak asla anlamsız, asla saçma olamazdı...
Aylar sonra bunları Filozof’a anlattığımda, önce benimle bir güzel kafa buldu.
–Sakın o damarlarında hissettiğin “ürpertici ama tatlı haz” ağrı kesici iğnenin etkisi olmasın?
–Sence bu komik mi şimdi?
–İnsan bazen kendine de gülebilmeli Çaylak. Eğer kendini gereğinden fazla ciddiye alırsan, sorunlarını da büyütür ve gereğinden fazla ciddiye alırsın. Bu durumda onları çözebilme cesaretini ve ümidini kendinde bulmazsın. Ya çöker kalırsın o sorunların altında ya da onları inkâr edersin. Ayrıca haberin olsun, kendine gülemeyenlere, hep başkaları güler.
–Ha! Ha! Ha!
–Biraz daha çalışırsan, başaracaksın!
Filozof, benim ona anlattıklarımı umursamıyor değildi elbette. Hiçbir konu, Onun için var olmak kadar ciddi olamazdı.
O, “Nasıl olsa bir anlamı yok...” diyerek üzerinde düşünmekten bütün bütün vazgeçtiğim kendi varlığımın karşısına getirip kocaman bir ayna koydu ve onu görmemi, onu hissetmemi, onun üzerinde düşünmemi sağladı. Bana ona karşı sorumluluklarımı hatırlattı. Bu düşünce yolculuğunda, beraber olduğumuz süre boyunca da, elimi bırakmadı. Ondan aldığım ilk ders, insanın kendi var oluşu hakkında uzun uzun düşünmesi ve bundan kaçmaması gerektiği idi...
Filozof, var olmayı kendisine verilmiş bir armağan olarak görüyordu. Var olmak, onun için tek başına büyük bir mutluluk sebebiydi. Hediye almış bir çocuk gibi, başka hiç sebebi olmasa bile, var edilmiş olduğuna hayretler ederek sevinir, yıldızları ve çiçekleri görmesine izin verdiği için, Allah’a teşekkür ederdi...
Peki ama bir insan kendi varlığından şüphe edebilir miydi? Aynanın karşısına geçip, yahut yere düşen gölgesine bakıp, “Ben gerçekten var mıyım?” diye bir soru sorabilir miydi kendine?
–Şüphe edebiliyorsan şüphe etme!
–Haa?
–Acaba Latince mi söyleseydim? O zaman daha mı havalı olurdu?
–Ne Latincesi Filozof? Türkçesini bile anlamadım ben!
–Bunun nesini anlamadın sen? Kendi kendine, “Ben var mıyım, yoksa yok muyum?” diye sorabilecek kadar var olan birini ciddiye almamı nasıl beklersin Çaylak?
Filozof’a göre insan, kendi varlığından asla şüphe edemezdi. Şüphe olarak dile getirilen şeyler, çoğu zaman var edilmiş olmanın sorumluluklarından kaytarmak için uydurulmuş kötü bir bahane, bazen sadece bir tür şımarıklıktı. Ancak var olmak öyle inanılmaz bir şeydi ki, insan farkında olsun ya da olmasın, sık sık onu hatırlamak ve hissetmek ihtiyacı duyardı...
–Bu nasıl olabiliyor Filozof? Nasıl oluyor da, insan varlığından şüphe bile edemediği halde var olmak insan için inanılmaz bir şey oluyor?
–Şu tencerenin kapağını açsana.
–İnanmıyorum ya! Çerkestavuğu mu yaptın?
–İşte böyle oluyor...
–O zaman, bu harika cevaptan bir tabak alıyorum ben!
–Bu kadarı anlamana yetecek mi peki?
–Kalbimi kırıyorsun Filozof.
–Neden işe güzel tarafından bakıp, fazladan bir tabak daha yemen için sana yol yaptığımı düşünmüyorsun Çaylak?
–Bak. İnsan, hayatı boyunca kendi var oluşu hakkında bir kez olsun kafa yormamış olsa bile, onu, yani varlığını hissetmek için sürekli çabalar.
Bazıları şarkı söyler mesela... Mesela bazıları dans eder...
Ormanda yürür bazıları... Bazıları kışın ortasında rüzgâr buzdan bir bıçak gibi insanın derisini yüzerken sahile iner...
Bazıları yazar, bazıları geceler boyu okur diğerlerinin yazdıklarını...
Resim yapar bazıları, bazıları mermerleri bıkıp usanmadan yontar...
Hayatımız boyunca iyi ya da kötü, faydalı ya da zararlı, gerekli ya da gereksiz, anlamlı ya da anlamsız hatta saçma sapan yahut mantıklı... Akla hayale gelmeyecek türden yaptığımız pek çok şeyin altını biraz kazıyacak olsak, hep bu çabanın izlerini görürüz...
Farkında olsak da olmasak da, bize kendi varlığımızı hissettirdiğini düşündüğümüz şeylerin peşinde koşar, onlar için direnir ve gerektiğinde her şeyi göze alabiliriz.
Dışarıdan bakanlar, bu direnişe bir anlam veremeyebilirler. “İnsan bir müzik grubu için kendisini böyle parçalar mı?” derler mesela.. Ya da “Bir futbol takımı için bunca delilik fazla değil mi?” Bunların, aslında varoluşumuzu doya doya hissetmenin ve ona bir anlam yüklemenin başka bir yolunu bulamıyor oluşumuzdan kaynaklandığını ilk bakışta göremezler...
Var oluşunu hissetmek, insan için nefes almak gibi bir ihtiyaçtır Çaylak.
–Nefes almak gibi mi? O kadar mı?
–Evet... Nefes almak gibi... O kadar... Bu yüzden her hangi bir şekilde, her hangi biri ya da birileri tarafından özgürlüğü elinden alınan, yahut kısıtlanan ya da yaradılıştan sahip olduğu bu ilâhî hediyeye saygısızlık edilen insanların ciğerlerinden hep aynı kanlı feryat kopar ve yankılanır: “Nefes alamıyorum!”
Çünkü insana, bu dünyada var olduğunu doyasıya hissettiren ve var oluşunun o büyük lezzetini tattırıp onu anlamlandıran; aklımızı, kalbimizi, vicdanımızı, arzularımızı, tercih hakkımızı yani ruhumuzu neredeyse görünür kılan şeyler listesinin başında, özgürlük gelir!
–Bu yüzden mi insanlar özgürlük için ölümü bile göze alabiliyorlar?
–Bir insanın özgürlüğünü elinden almak onun var oluşunu elinden almak gibidir Çaylak. Çünkü insan sadece özgür olduğu zamanlarda kendi var oluşuna dokunabilir ve onu doya doya hissedebilir. Hissedemediği zaman, o varlık hissi yerini korkunç bir yokluğa bırakır. Hissedilmeyen varlık yok gibidir. Var olmanın tadını bir kez almış insanoğlu, asla yok olmak istemez. Mesela konuşmak istiyorsun ama bir sebepten ağzın kapanmış. Açamıyorsun ağzını. Aynaya baktığında ağzının olması gereken yerde olmadığını, orada hiçbir şey olmadığını görüyorsun. Ağzının yok olduğunu... Bunun ne kadar korkunç bir şey olduğunu hayal edebilirsin.
–Ödüm patlar be!
–İşte var olanın yok olması böyle bir şeydir. Bir insanın konuşma özgürlüğünün elinden alınması da, biraz buna benzer korkunç hisler yaşamasına sebep olur...
–Okulda çok sorun oluyor bu.
–Konuşma özgürlüğü derken kast ettiğim şey olur olmaz yerde gevezelik etme hakkı değil Çaylak. Düşüncelerini ifade edebilme özgürlüğünden bahsediyorum.
–Anladık her halde...
–Eğer anlamadıysan, sana Romalı büyük hatip Çiçero’dan da bahsedeyim biraz...
–Anladım dedim ya Filozof.
–Peki o zaman... Bak Çaylak. Özgürlüğünü yitiren biri ya da özgürlüğü tehdit altındaki bir insan, sahip olduğu en kıymetli şeyini bir bakıma varlığını yitirme tehlikesi ile karşı karşıya kalmış demektir. Bu yüzden bütün özgürlük savaşları, aynı zamanda bir var oluş mücadelesidir.
–Nasıl oldu da bu sefer “özgürlük sorumluluktur” demedin Filozof? Unuttun mu, yoksa fikrini mi değiştirdin?
–Özgürlük Çaylak... Tam da sana anlatmaya çalıştığım şey yüzünden büyük bir sorumluluk ve sırtımızın en sevgili yüküdür! Bizi, var olduğumuz, var edildiğimiz, varlığımız yokluğumuza tercih edildiği gerçeği ile yüzleştirdiği için...
–Vurdu ve gol oldu!
–Zevzek!
–Zevzeklik etme özgürlüğü diye bir özgürlük yok mu yani?
–Var... Var, olmaz mı?
–Filozof!
–Efendim?
–Çiçero’ya ne oldu?
–Sana anlatacaktım ama istemedin. Hakkını kaybettin!
–Of ya!
–Doktor randevum var. Çıkmam gerek. Geç bile kaldım.
–Haa... Tamam o zaman.
ÇAYLAK İLE FİLOZOF dizisinin çalışmaları devam eden 6. kitabı ÖZGÜRLÜK KADERİMİZ'den bir bölüm...