İnsan Diye Bir Kelime
Güncelleme tarihi: 27 Nis 2020

FİLOZOF’un devasa kütüphanesini toplamam günlerimi aldı. Kitaplar raflarda dururken bu kadar çok görünmüyorlardı gözüme... Ama onları yerlerinden çıkartığımda, odanın içinde adım atacak yer kalmadı...
–Şuna bak! Ne kadar da kalın bir kitap bu böyle?
–O bir lûgat Çaylak.
–Lûgat mı?
–Lûgat, yani sözlük.
–Kimin bu kadar çok kelimeye ihtiyacı olur ki? Sadece gevezelerin...
–Eğer yeterince kelimen olsaydı böyle bir soruyu hiç sormazdın.
–Benim yeterince kelimem var!
–Bundan o kadar da emin olmamalısın!
–Canım ne isterse onu anlatabiliyorum. Ve o kadarı bana yetiyor!
–Demek o kadarı sana yetiyor, öyle mi? Peki ama “o kadar” aslında “ne kadar” hiç düşündün mü?
–Ha!?
İşte yeni bir kedi fare oyunu daha başladı. Elimde yarım ton ağırlığında kocaman bir sözlük ya da işte Filozof’un söylediği ismi ile bir lûgat ile ona bakıyor ve ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Aslında biliyor musunuz, bu iş hoşuma gidiyordu. Yani, bu kedi fare oyunu... Her ne kadar fare rolünü oynamak her zaman benim payıma düşse de, Filozof bana kendimi aptal gibi hissettirmiyordu. Asla! Bilakis, onunla konuşurken, kendimi daha önce hiç hissetmediğim kadar zeki hissediyordum.
–Şu karşıdaki inşaatta çalışan ustaları görüyor musun Çaylak?
–Tamam tamam, onların işi daha zor, bütün gün güneşin altında ya da soğukta çalışıyorlar... Anladım ne demek istediğini...
–Hayır, hayır! Senin şu an yaptığın işle onların yaptığı işi kıyaslayacak değilim. Elbette ustaların işi seninkinden kat kat daha zor. Hatta onlarınkinin yanında kusura bakma ama seninki işten bile sayılmaz. Benim söylemek istediğim bambaşka bir şey...
–Benim işim de o kadar kolay değil. Baksana şu odanın hâline?
–Çok ağır çalışıyorsun. Kaplumbağa olmak istemekle haklıymışsın.
–Sıradan bir kaplumbağa değil. Bir Galapagos kaplumbağası!
–Her ne ise... Şimdi şu ustalara bakıp bana ne yaptıklarını söyler misin rica etsem.
–Duvar örüyorlar.
–Nasıl örüyorlar duvarı?
–Nasıl olacak? Tuğlaları üst üste koyuyorlar. Aralarına da donduğunda taş gibi sertleşen bir bulamaç sürüyorlar.
–Donduğunda sertleşen bir bulamaç mı?
–Evet.
–Eğer harç kelimesini bilseydin bu kadar uzun bir cümle kurmana gerek kalmazdı.
–Biliyorum da aklıma gelmedi şu an.
–Eminim.
–Gerçekten!
–Her neyse... Bu ustalar sence ne kadar büyük bir duvar örebilirler?
–Ne kadar çok tuğlaları varsa o kadar.
–Güzeeel, aferin.
–Aferin mi? Bunun nesine aferin diyorsun? Basit bir soruya, basit bir cevap verdim sadece...
Size söylemiştim değil mi? Hayatın içindeki çok basit bir olay, Filozof’un gözüne hiç de o kadar basit görünmüyordu. Bazen kendi gözlüklerimi çıkarıp onunkileri takmayı düşündüğüm bile olurdu. Acaba o zaman hayat bana da ona göründüğü kadar acayip görünür müydü?
–Bak Çaylak, kelimeler—biraz kaba bir benzetme olacak ama—o tuğlalar gibidir. Onları yan yana, alt alta, üst üste koyarak kendimiz ve başkaları için bir şeyler inşa ederiz. Ne kadar çok kelimemiz varsa inşa ettiğimiz şey, o kadar görkemli olur.
–Konuyu nereden nereye getirdin. Ustalar bunu duysalardı ne derlerdi acaba?
–Ustaları bırak artık, sen kendine bak. Bugün sahip olduğun kelimelerle sms atabilir, twit yazabilir, Instagram’da yahut Facebook’ta bir paylaşım yapabilirsin belki ama Karamazov Kardeşler gibi bir roman yazamazsın. Bırak yazmayı, böyle bir romanın sadeleştirilmemiş, orası burası budanmamış, doğru düzgün bir tercümesini bile okuyamazsın.
–Ben roman yazmak falan istemiyorum ki!
–Öyle mi? Ama bir defterin var biliyorum ve ona sürekli bir şeyler yazıyorsun.
–Ne? Okudun mu yoksa yazdıklarımı? Defterime mi baktın?
–Asla böyle bir şey yapmam, biliyorsun!
–Evet, günlük gibi bir şey tutuyorum ama gerçekten yazar olmak gibi bir niyetim yok benim.
–Sadece yazmak için değil. Konuşmak, anlatmak, anlaşılmak ve konuşulanları anlamak için de kelimelere ihtiyacın var.
–Konuşmayı da pek sevdiğim söylenemez!
–Ve derinlikli bir düşünce kabiliyeti için de, yine zengin bir kelime ve kavram hazinesine ihtiyaç duyarsın.
–Ne yani az kelime bilenler düşüncesiz mi olurlar? Bunu mu demeye çalışıyorsun?
–Hayır, düşünce kabiliyetleri gelişmez, cılız kalır demek istiyorum. Çünkü kelimelerle ve kavramlarla ve bunlar arasındaki ilişkilerle düşünürüz. Hatta hayallerimizi bile biz böyle kurarız... Ama sana en önemlisini söyleyeyim: Bir insanın kendini tanıması, keşfetmesi için de kelime ve kavramlara ihtiyacı vardır. Başkalarının ne konuştuklarını anlamak için, onların konuştukları dili bilmemiz gerektiği gibi, kendi iç sesimizi duyabilmemiz için de, ana dilimize ihtiyaç duyarız. Duygularımızı ve düşüncelerimizi, ruhumuzun derinliklerinde yaşayan görünmez varlıklarmış gibi düşün. Onları görünür hâle getiren kelimelerdir. Sadece başkalarının gözü için değil, bizzat kendimiz için de öyledir.
–Eğer duygularımı ve düşüncelerimi kelimelerle anlatmayacak olsam elbette onları kimse bilemez tamam ama ben ağzımı açıp tek bir kelime etmesem bile bunları bilebilirim.
–Nasıl bilebilirsin Çaylak?
–İnsan kendi duygu ve düşüncelerini bilmek için onları kendisine söylemek zorunda değildir de ordan bilebilirim.
–İç sesimiz, ana dilimizde konuşur. Yani duygu ve düşüncelerimizi, iç dünyamızın zenginliklerini, bize yaratılıştan bahşedilmiş hazineleri keşfetmek için kelimelere ihtiyacımız vardır. Ama ihtiyaç duyduğumuz kelimelere, hayvanlar gibi doğuştan sahip olamayız. Onları kendimiz öğrenmek zorundayız. Bir an için tek bir kelime bile bilmediğini düşün Çaylak. Daha doğrusu hayal et, çünkü bunu düşünmek neredeyse mümkün değildir. Böyle bir durumda o görünmez şeffaf duygu ve düşünceleri—yani seni “meeeee!”den başka kelimesi olmayan bir koyundan farklı kılan şeyleri—nasıl keşfedebilirdin?
Filozof’u dinlerken onun söylediklerini düşünmeye başladım ve bu işi, yani düşünme işini, aklımın derinliklerindeki sessiz kelimelerle yaptığımı ilk kez o gün bu kadar iyi fark ettim. Peki ama eğer şimdikinden çok daha fazla kelime ve kavram biliyor olsaydım, bazı şeyleri gerçekten de daha iyi ve daha farklı mı düşünürdüm? Söylenenleri daha iyi anlar, konuşurken derdimi daha mı iyi anlatırdım?
İç dünyamda çıktığım keşif gezilerinden, ellerim dolu dolu mu dönerdim? Kendimi daha iyi mi tanırdım?
Filozof’a bunu itiraf edemesem de, gerçekten daha iyi yazabilir miydim acaba?
Düşündüğüm, hayal ettiğim ve hissettiğim şeyleri kelimelere dökerken böyle tıkanıp kalmaz mıydım?
Korkarım Filozof yine haklı çıkacak! Ama bunun benim için kötü bir tarafı yok. Çünkü o ne zaman haklı çıksa, ben kârlı çıkıyorum.
–Sana ilginç bir şey anlatmamı ister misin?
–Bayılırım ilginç şeylere.
–Kucağındaki o lûgati al da yanıma gel, otur o zaman.
–Kollarım koptu zaten! Leş gibi ağır!
–O kıymetli bir eser. Onun hakkında böyle konuşmamalısın. Belki de yakın bir zamanda en iyi dostlarından biri olur...
–Çok iyi anlaşacağımızdan eminim. Şuna bak senden bile yaşlı. Kimbilir ne kadar huysuzdur!
–Ne dedin sen?
–Şey... Şaka... Sadece şaka!
–Az kelime eşittir az zekâ!
–Ne?
–Şaka... Sadece şaka!
Şakaymış, hah! Sonradan aklıma geldikçe genelde gülüyorum ama Filozof’un bu ustaca laf sokmaları, beni kuyruğuna basılmış aksi bir yılan gibi kıvrandırıyordu. Fakat hemen her zaman, bunu fazlası ile hak ettiğimden emin olabilirsiniz...
–Afazi ne demek biliyor musun?
–Yoo!
–Tam tahmin ettiğim gibi... Daha önce böyle bir kelime duymadın demek. Güzeeel!
–Bunun nesi güzel?
–Bu afazinin ne demek olduğunu anlatmak için güzel bir fırsat!
–Haaa... O bakımdan. İyi hadi, bu fırsatı değerlendir o zaman, dinliyorum...
–Afazi çeşitli sebeplerle ortaya çıkan bir beyin rahatsızlığıdır. Mesela kafaya alınan âni bir darbe, bir tümör... İşte bunun gibi sebepler...
Afazi olan biri duygu ve düşüncelerini kelimelere döküp anlatamaz. Kendisine lazım olan kelimeleri bir türlü toparlayıp söyleyemez.
–Dillerini bilmediğin yabancı bir ülkede en yakın tuvaleti ya da bedava wifi noktasını sormaya çalışmak gibi mi yani?
–Evet, neredeyse...
–Çok beter bir durummuş.
–Öyle gerçekten. Ama benim sana anlatmak istediğim bir beyin rahatsızlığı olan afazi değil, “toplumsal bir afazi!”
–Ne? Bulaşıcı mı bu? Herkese mi bulaşıyor, salgın hastalık gibi mi yani? Daha önce hiç böyle bir salgın hastalık duymamıştım. Bir düşünsene Filozof, hepimiz afazi olmuşuz ve artık kimse kimse ile konuşup anlaşamıyor!
–İşte bahsettiğim de bu!
–Var mı yani böyle bir şey?
–Hem evet hem hayır.
–Evet mi, hayır mı?
–Bir beyin hastalığı olan afazi elbette bulaşıcı bir şey değil ama toplumsal afazi mümkün ve de vÂkÎ!
–Mümkünü anladım da vâkî de neyin nesi?
–Vâkî, yani vukua gelmiş, olmuş ya da olan.
–Nerede olmuş be? Ben hiç duymadım!
–1984’te, insanları hayallerine kadar kontrol altına almaya ve kendi istediği gibi biçimlendirip kullanmaya çalışan Büyük Birader iktidarı, her şeyi ama her şeyi bu amaca uygun olarak yeniden kurguluyordu.
Geçmişi ve geleceği bile...
Tarih kitaplarını yeniden yazıyor, eski gazete haberlerini güncelliyordu.
Her yerde insanları yüzlerindeki mimiklere kadar takip eden ekranlar vardı ve Büyük Birader herkesi, her an izliyordu. Amacına ulaşmak için yaptığı birbirinden korkunç icraatlardan belki de en ürpertici olanı ise insanların konuştukları dili değiştirmekti!
Sürekli değişen ve güncellenen yeni bir lûgat yani sözlük yazdırıyor, istemediği kelimeleri kullanımdan kaldırıyor, kelime sayısını azalttıkça azaltıyor, bazı kelimelerin kullanılmasını ölüm cezası gibi ağır yaptırımlarla yasaklıyor ve sadece insanların düşünmelerini istediği şeylere uygun yeni kelimelerle yeni bir dil uyduruyordu. Bütün bunlar, insanların birbirleri ile konuşup anlaşmalarının önüne geçmek içindi.
İnsanlar bir süre sonra düşünce ve duygularını ifade edemez hâle geldiler.
Bir süre sonra da düşünemez, dolayısı ile tartışamaz ve Büyük Birader’e kayıtsız şartsız itaatin dışında hiçbir duyguyu taşıyamaz hâle...
–1984 yılında böyle bir şeyler oldu ve ben daha yeni duyuyorum? Bu korkunç bir şey!
–Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George Orwell’in 1949 yılında yayınlanan romanının adıdır. Nineteen Eıghty-Four!
–Haaaa! Oh be! Böyle korkunç bir dünyada yaşayacağıma şu sapık canavar, Prokrustes tarafından doğranmayı bile tercih ederdim ben...
–O kadar rahatlama istersen.
–Neden? Bu anlattıklarının hepsi uydurma bir romandan değil miydi?
–Evet öyleydi ama 1984’te anlatılan bu korkunç olay, toplumsal bir afaziyi tarif ediyor. Biz bunun bir benzerini yaşadık ve hâlen yaşıyoruz.
–Biraz dışarıya çık Filozof! Hava al biraz. Dışarıda böyle bir dünya yok...
–Biz ol âşıklarız kim dağımız merhem kabûl etmez. / Gönül hem bir devâ-ı mutlak ister hem kabûl etmez. / Felekten şâh-dârû verseler bir dem kabûl etmez. / Yanar bir çöldür iklîm-i muhabbet nem kabûl etmez. / O gülzârın ki âteştir gülü, şebnem kabûl etmez
–Bu ne şimdi? Âmin mi demeliyim?
–Bu verdiğin tepki, benim ne kadar haklı olduğumu gösteriyor.
–Nasıl yani?
–Neden sana okuduğum bu harika şiirin neredeyse tek bir mısrasını bile anlamadığını biliyor musun?
–Yabancı kelimeler var da ondan.
–Bunlar yabancı kelimeler değil Çaylak. Bunlar bizim çok değil yüz sene kadar önce günlük hayatta kullandığımız kelimeler.
–Ama artık kimse onları kullanmıyor. Eskimiş kelimeler bunlar.
–Kelimelere, çalı süpürgesi, eşek semeri, tel dolap ya da enfiye kutusu gibi artık işlevini yitirmiş ve kullanımdan kalkmış eşyalarmış gibi davranamayız Çaylak. Onlar Âdem Peygamber’den beri ruhumuzda taşıdığımız duygu ve düşünceleri görünür kılan rengarenk ve farklı elbiselerdir. Eğer onlara yabancılaşırsak, görünür kıldıkları duygulara da yabancılaşırız.
Toplumsal afazi dediğim şey de bu işte! Kendini ilk olarak, bizi öncekilerin yazdıkları kitapları okuyamaz ve anlayamaz hâle getirerek gösterir. Sonrasında ise nesiller arasında duygu ve düşünce aktarımının yolları kapanır.
–Dedeler torunları ve torunlar dedeleri anlamamaya başlar diyorsun yani...
–Bravo! Ama iş orada da kalmaz. Kelimelerimiz azaldıkça duygularımızı ve düşüncelerimizi ifade edemez hâle geliriz. Kendi çağdaşlarımıza, yaşıt ve arkadaşlarımıza bile... Ve sonra ifade edemediğimiz için bizi huzursuz eden duygu ve düşüncelerden uzaklaşarak, duygusuz ve düşüncesiz bireyler hâline geliriz.
–Ama kimse duygusuz ve düşüncesiz yaşayamaz.
–Evet ve işte o zaman, “Büyük Biraderler’in” düşünmemizi istediği şeyleri düşünür, hissetmemizi istediği duyguları hissetmeye başlarız.
Aynı olaylara aynı tepkiyi veririz, aynı şarkıları beğenir, aynı sanatçıların delisi oluruz.
Aynı kafelere gider, aynı içecekler için tezgâh önlerinde kuyrukta bekleriz.
Aynı telefonlara sahip olmak için para biriktirir ve aylarca taksit öderiz. Gık bile diyemeyiz. Bir kere olsun ne halt ettiğimizi kendimize sormak aklımıza gelmez. Çünkü kendimizden, kendimizi bulamayacak, bulsak da oturup iki çift anlaşılır laf edemeyecek kadar uzaklaşmışızdır artık...
–Bence abartıyorsun. Tamam, az kelime bilenler, belki iyi birer yazar olamazlar ama bu kadarı da biraz fazla değil mi?
–Fazla değil Çaylak, az bile söyledim. Eğer biraz düşünürsen günlük hayatta yazarken, konuşurken ya da okurken kullandığın ve karşına çıkan kelime sayısının iyice azaldığını görebilirsin. Bu kadar az kelimeye sahip olarak duygularını ve düşüncelerini yazıya dökebilmeni ya da selis bir şekilde ifade edebilmeni geçtim, derin ve kuşatıcı bir düşünce kabiliyeti dahi geliştiremezsin.
Doğuştan sahip olduğun zekâ, kendini bileyip keskinleştirecek ortamlar bulamaz. Bulamadığı için de körelir. Bu sadece senin sorunun değil Çaylak, bugün senin yaşındakiler de kendini iyiden iyiye hissettiren ciddi bir sorun bu. Ve ben bunun toplumsal bir afaziye dönüşüyor olmasından korkuyorum.
–Kaç kelime bildiğimi oturup saymadım amaaa...
–Yüz, bilemedin iki yüz kelime ile konuşuyor ve yazıyorsun. Yakında onların yerlerini şu şeyler alırsa hiç şaşırmam.
–Neyler?
–Şeyler işte... Komik işaretler var ya...
–Haa... Emojiler!
–Emoji, evet! İsmi bile ne kadar tuhaf.
Filozof’un yana yakıla söylediği bu sözleri dinlerken okulda ve sokakta tanıdığım bir sürü yaşıtım gözlerimin önünden geçti. Ve tabii kendimi düşündüm.
–Durum bu kadar ciddi ha?
–Ciddi ama çözümsüz değil. Sen yeter ki bu durumun farkında ol.
–Ne yapacağım peki?
Filozof, gülümseyerek masanın üzerindeki o devasa Lûgâti bana doğru itikledi.
–Bunu okumakla başlayabilirsin.
–Sözlük mü okuyacağım? Ciddi olamazsın!
–Merak etme, asla sıkılmazsın. Lûgat okumak çok eğlencelidir. Bölümler de son derece kısadır üstelik.
–Bundan emin misin?
–Kesinlikle!
–Yani, bunu okumam gerektiğinden...
–Okumakla da kalmamalısın. Daha önce bilmediğin ama sesini ya da anlamını beğendiğin, şaşırtıcı bulduğun kelimelerin altını çizmeli ve onları bir deftere yazmalısın. Hatta onları birer cümle içinde kullanarak deftere geçersen çok daha kalıcı olur.
–Bilmediğim kaç tane kelime olabilir ki bunun içinde? Yığınla kelime biliyorum ben.
–Çaylak sana bildiğin bütün kelimeleri bir kâğıda yaz desem, büyük ihtimalle iki dosya kâğıdını önlü arkalı dolduramazsın!
–Yok ya! O kadar da değil!
Odama çekilip bunu gizlice kendi başıma denedim. Bir dosya kağıdını önlü arkalı doldurmayı başardım. Ama ikincisini dolduramadım. Aynı kelimeleri yazmaya başlayınca da bıraktım. Filozof yine haklı çıkmıştı. Meğer ne kadar az kelime biliyormuşum ben! Üstelik bildiğim bu kelimelerin yarısından fazlası en çok kullandığımız kelimeler. Kalk, otur, koş, gel, git, falan, filan...
–Hadi o zaman, küçük bir deneme yapalım. Lûgati aç ve rastgele bir kelime seç. Bakalım bilebilecek misin?
–Tamam. İşteeeeee, bu!
–Neymiş?
–Bu sefer kaybettin Filozof. Dünyanın en kolay kelimesi çıktı.
–Neymiş, dedim.
–insan!
İnsan kelimesini duyan Filozof önce çok güldü. O kadar güldü ki yaşaran gözlerini silmek için gözlüklerini çıkarmak zorunda kaldı. Neden bu kadar güldüğünü anlayamadım. Ama sonra birden ciddileşti. Tabii ben, neden birden bire ciddileştiğini de anlamadım...
–insan mı dedin sen?
–Evet, insan!
–Çocuğum, henüz farkında değilsin ama dünyanın bütün dillerinde anlatılması ve anlaşılması en zor kelimeyi seçtin sen...
–Gerçekten mi?
–Hiç şüphen olmasın...
•••
(ÇAYLAK İLE FİLOZOF2'den alınmıştır)