Gözlerinizi Nerenizde İsterdiniz?
Güncelleme tarihi: 30 May 2020

BEN SİNEMAYA meraklıyım bilirsiniz. Size zombili filmleri ne kadar sevdiğimi Şu Acayip Karıncalar kitabında bir vesile ile uzun uzun anlatmıştım.
Sadece zombili filmleri değil, kaçmalı kovalamalı ve bol miktarda yaratıklı filmleri de çok fena severim.
Altın Pusula’yı, Narnia Günlükleri’ni, Spiderwick Günceleri’ni ve Harry Potter’ı büyük bir keyifle seyrettim. Birbirinden acayip şey, birbirinden çirkin mahlûkat ile karşılaştım beyaz perdede...
Eğlendim mi? Çok!
Korktum mu peki?
Pek sayılmaz, aslında hiç sayılmaz.
Bugüne kadar beni hafiften de olsa tırstıran bir tek yaratık oldu: P.
Hiç heves etmeyin! O mel’unun ismini burada yazacak değilim. Çünkü kitabı bir kenara fırlatıp bilgisayarınızın başına, “Bakalım Tarık Uslu’yu bile tırstıran o yaratık nasıl bir şeymiş?” diyerek koşacağınızdan adım gibi eminim!
Yok efendim. Böyle bir mesuliyeti kaldıramam. Sonra gece rüyanıza girer. Anne babanız da “Kazık kadar oldun bizimle yatmak da nerden çıkmış?” diyerek sizi odanıza kovalarlar. Yorganınıza yastığınıza sarılıp “Ah Tarık Uslu ah! Yaktın beni!” diye diye uyumaya çalışırsınız.
Neme lazım. Hiç gerek yok!
Hem bilenler zaten bilir. Bilmeyenler ise sözümü dinlesinler, çok da merak etmesinler. Ama size şu kadarını söyleyeyim, o gıcık Harry Potter’i neredeyse korkudan altına kaçırtan ruh emiciler, P.’nin yanında, marul kadar kocaman etiketlerinde, “Çamaşır suyuyla yıkamayın! Yemeye kalkmayın! Çin’de üretilmiştir” yazan ve genellikle pis kokulu alt geçit çarşılarında satılan peluş ayılardan daha korkunç değillerdi.
P., mükellef bir sofranın başında oturur. Sofrada envai çeşit meyve, tatlısından tuzlusuna pek çok leziz yiyecek, zeytinyağlı yaprak sarması, üzerinde itina ile ceviz yağı gezdirilmiş çerkes tavuğu, pilaki, tarhana çorbası ayrıca tatlı olaraktan da burma kadayıf bulunur. Fakat evlerden ırak bu canavar, sofrasındaki onca nimete rağmen aslında bir yamyamdır ve yemek için de illâ çocukları tercih eder.
Neûzübillah!
Yolu bu sofraya düşen aç biilaç tıfıllar, kendilerini tutar ve sofradan gıdım lokma atıştırmaya kalkmazlarsa sıkıntı çıkmaz. Ancak oldu da bir yanlışlık, o lezzetli sofranın cazibesine kapılıp, çok bir şey değil, mesela bir içli köfteyi kaşla göz arasında gömmeye kalktılar mı, o çirkin gulyabanî, her iki elini avuç içleri dışarıya bakacak şekilde yüzüne yapıştırıverip, etrafı kolaçan eder. Çünkü gözleri avuçlarının içindedir ve ancak bu şekilde etrafı görür!
İşin en korkunçlu tarafı da, bu avuç içlerinde fıldır fıldır dönen gözlerdir zaten. Zira insana ister istemez—bir an için de olsa—gözlerinin avuçlarının içinde de olabileceğini düşündürür.
“Öyle şey olur mu yauv!” demeyin. Elbette olabilir. Gözlerimizi yaratıp şu anki yerlerine koyan Allah, onları vücudumuzun herhangi bir yerine koyabileceği gibi, pekâlâ avuç içlerimize de yerleştirebilirdi. Her bir avucumuzda birer göz olur; görmek için avuçlarımızı aça kapata dolaşırdık ortalarda. Birbirimize “Gözünü aç!” yerine, “Avuçlarını aç!” derdik. Yahut, “Çıkar ellerini cebinden de, etrafına bir bak!”
Olabilirdi evet! Diz kapaklarımızın üzerinde, ensemizde, kulak kepçelerimizin hemen arkasında, burnumuzun üstünde, çenemizin altında, başımızın tam tepesinde, boynumuzda, göbeğimizin her iki yanında, hatta ayak tabanlarımızda olabileceği gibi, gözlerimiz avuçlarımızın içinde de olabilirdi pekâlâ...
Pekâlâ ama, siz hangisini tercih ederdiniz?
Gözlerinizi nerenizde isterdiniz?
Göz o kadar kıymetli, o kadar önemli bir organdır ki, eğer gözlerini sonradan kaybetmiş, yahut doğuştan görme engelli birine bu soruyu soracak olsanız, “Aman efendim, şu dünyayı, gökyüzünü, çiçekleri, kelebekleri, kuşları hele hele de anneciğimin yüzünü görebileceksem, neremde olursa olsun. İki tane de istemem; yeter ki bir gözüm olsun!” diyecektir.
Fakat aynı soruyu, gören sağlıklı bir çift göze ve hardal tanesi kadar akla sahip kime sorarsanız sorun, “Nerede mi?” diye cevap verecektir şaşkınlıkla. “Elbette şu an oldukları yerde!”
Bütün bedenimizde, gözlerimizin sığabileceği yüzlerce, belki de binlerce farklı nokta vardır elbette ama önümüzü, basit bir baş hareketi ile sağımızı solumuzu, gökyüzünde parıldayan yıldızları, yerde gezinen karıncaları, bu kadar kolay ve geniş bir açı ile görebileceğimiz başkaca bir yer yoktur.
Üstelik gözlerimizin şu an bulunduğu yer, ellerimizi görebileceğimiz en doğru yerdir.
Belki daha önce aklınıza gelmemiş olabilir. Ama biraz düşündüğünüzde bana hak vereceksiniz.
Bir yazar yazı yazarken, bir usta vida sıkarken, bir aşçı pasta yaparken, bir terzi dikiş dikerken, bir marangoz çivi çakarken, bir avcı ok atarken, bir çiftçi avuç avuç tohum saçarken tarlasına, yahut keskin orağı ile buğday biçerken, bir fırıncı ateş yakarken, bir mimar plân çizerken, bir amele tuğlaları üst üste koyarken, bir müzisyen piyano çalarken, bir anne bebeğinin altını değiştirirken, iyi kalpli bir çocuk, kediciğinin sırtını sıvazlarken, bir hayta ötekini adam akıllı marizlerken hep ellerini kullanır.
İnsan için ellerini görmek, çevresini görmek kadar önemlidir. Çünkü eli işte olanın, gözü oynaşta olmamalı, gözü de işte olmalıdır.
Eğer gözlerimiz ellerimizi bu kadar kolay, bu kadar rahat, üstelik “üç boyutlu” görebileceğimiz bir yere konmamış olsaydı, insanoğlu tekerleği biraz zor icat eder, Ay’a da bir tek, Jules Verne giderdi!
Bütün bedenimizde, gözlerimizin sığabileceği yüzlerce, belki de binlerce farklı nokta vardır evet! Ama gözlerimiz tam yerindedir. Tam olmaları gereken yerde! Tıpkı görmeleri için gerekli ışığın 149.600.000 km öteden yaldır yaldır geldiği Güneş’in, tam olması gereken yerde olması gerektiği gibi...
•••
Özkan Öze'nin TARIK USLU ismi ile yazdığı popüler bilim dizisi ACAYİP ŞEYLER'in 16. kitabı ŞU ACAYİP GÖZLER 'den alınmıştır.