Çocuklar Allah'ı Sorduğunda...

Basit bir nezaket kuralı vardır. Kiminle konuşuyor olursak olalım, “anladın mı?” diye sorulmaz; “anlatabildim mi?” denir. Bu basit kural, özellikle söz konusu çocuklar olduğunda, neredeyse hiçbirimizin umrunda olmuyor...
Çocuklarla konuşurken, sorularına en doğru cevabı verdiğimizden, yahut anlamalarını beklediğimiz bir konuyu—eskilerin tabiri ile efradını cami, ağyarını mani bir şekilde—yeterince anlatabildiğimizden o kadar eminizdir ki, “Anlatabildim mi?” diye sormak, aklımızın ucundan bile geçmez.
Hemen her zaman “Anladın mı?” deriz. “Bak anlamadıysan bir kez daha anlatayım. Ama sen de iyi dinle kerata!” Ve eğer ortada onca çabalamalarımıza rağmen anlaşıl(a)mayan bir nokta varsa, bu kesinlikle küçük muhataplarımızın anlama kapasitesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa biz, ne de güzel anlatmışızdır!
Belki de sırf bu sebepten, çocuklara Allah’ı anlatmanın, hep zor, çok zor olduğu söylenir.
Çocukların anlama kapasitelerinin henüz bu tür bir konunun kavramlarını yahut böyle bir sorunun cevabını idrak edecek derecede olgunlaşmadığı buyrulur. Mesela, pedagoglar, soyut düşünce ve somut düşünce gibi bir takım kavramların, belli yaş eşiklerinden geçildikten sonra ancak geliştiğini söylerler vs…
Çocuğu olan, yahut çocuklarla vakit geçiren herkes, bunların büyük miktarda hakikat olduğunu bilir.
Çocuklar için yazan bir yazar olarak ama daha da öncesi, iki çocuk babası bir yetişkin olarak ben de süt çocuğuna külbastı verilmeyeceğini bilirim. Fakat bu, en klişe tabir ile madalyonun sadece bir yüzüdür. Ve öteki yüzde anne, baba, eğitimci, hoca, pedagog yahut yazar bütün yetişkinlerin, samimiyetle cevaplaması gereken başka bir soru vardır:
“Anlatabildik mi de, anlamadılar?”
Gerçekten, anlatabildik mi? Emin miyiz?
Küçük muhataplarımızın akıl ve kalplerine aynı anda hitap edecek, onların ilgisini diri tutacak, merak ettiklerine pişman ettirmeyecek bir dil kullandık mı?
Beyaz ve uzun harmaniyesinin ucunu havalı havalı omzuna atmış bir Antik Yunan filozofu gibi kurulduğumuz koltuklardan aşağılara doğru seslenirken, hevesle açılmış umut dolu o iri gözlere bekledikleri cevabı verebildik mi?
Yoksa onları engin ve zengin bilgi birikimimizin ağırlığı altında ezim ezim ezip, bir güzel tatmin mi olduk?
En incitici cevap
Anne babalar sürekli çocuklarının ne kadar akıllı uslu oldukları ile övünürler ama onlar büyürken, akıllarının da büyüdüğünü kabul etmeye her zaman yanaşmazlar. Özellikle de çocuklar haklı olduğunda…
Bana göre bir çocuğun sorularına karşılık olarak alabileceği en berbat ve en incitici cevap şudur: SEN DAHA ANLAMAZSIN!
Neden daha anlamayacakmış acaba?
Neden, söyler misiniz?
Böyle bir cevaba maruz kalan çocukların gözlerindeki üzüntü ve hayal kırıklığı ile birlikte tuhaf bir şaşkınlık da görürsünüz.
Bu, o an için dile getiremese de, “Sorusunu sorabildiğim bir şeyin cevabını neden anlamayayım?” şaşkınlığıdır!
Soyut ya da somut düşünce gelişiminin eşikleri gibi pedagojik terimleri ezberden tekrar edip onların arkasına sığınmaktan vazgeçelim artık. Eğer bir çocuk, Allah’a dair bir soru sorabiliyorsa, onun cevabını da anlayabilecek olgunluğa erişmiş demektir. Ya da en azından sorabildiği sorunun, onun aklının ve kalbinin anlayabileceği bir cevabı mutlaka vardır.
Mesele bizim o cevabı çocuğumuza verebilecek donanımda olup olmamamız meselesidir. Hadi çekinmeden itiraf edelim; çocuklarımızın Rableri hakkında sordukları soruların cevaplarını aslında biz de tam olarak bilmiyoruz.
Çocuklar sorularını hep, uzun süredir merak etmediğimiz ve tembellik edip çalışmadığımız yerlerden soruyorlar...
Belki de onların Allah hakkında sordukları soruların bizi bu kadar huzursuz etmesinin asıl nedeni, aklımızın ve kalbimizin derinliklerine gömüp unutmaya çalıştığımız soruları, Rablerine karşı hissettikleri o saf ve katışıksız merakları ve bizimkisi ile kıyaslanamayacak kadar meleksi imanları ile sorup, bize durduk yerde hatırlatmalarıdır.
Bu, Rabbimizin minicik çocukların elleri ile akıl ve kalbimizin kapılarına kadar bıraktığı pırıl pırıl bir davettir aynı zamanda, bir fırsattır.
Allah’ı tanıma ve bilme yollarında nicedir bir mesafe kat edememişler için yepyeni bir “marifetullah” macerasına çıkış biletidir...
“Bilmiyorum!” diyebilmek
Aslına bakarsanız hiçbir çocuk annesinin ya da babasının ve hatta öğretmeninin “Bilmiyorum!” demesinden, onların zır cahil boş tenekeler oldukları gibi bir sonuç çıkarmaz.
En azından sorusunun bir cevabı olduğunu, fakat onların bu cevabı “henüz” bilmediklerini ama isterlerse öğrenebileceklerini düşünür. Bunda utanılacak ne var anlamıyorum doğrusu!
İnsan bir şeyi bilmiyorsa rahatlıkla “bilmiyorum!” diyebilmeli.
Ve kimse her şeyi bilemeyeceğine göre, herkesin “Bilmiyorum!” diyeceği yığınla şeyleri olmalı!
Eğer kek yapmanın çocuklarınızın Allah’a dair sorularına cevap vermekten daha kolay olduğunu zannediyorsanız yanılıyorsunuz! Şunu kesin bir iman ile söylüyorum ki, bir çocuğa evde bir dilim bile kek kalmadığını anlatmak, “Allah’ı neden göremiyorum?” sorusuna cevap vermekten çok daha zordur...
Ama eğer “Sen daha bu konuları anlamazsın” diyerek sıvışmayı ve çocuğunuzu fena halde incitmiş olmanın yanı sıra, hayatı boyunca sorabileceği sorular içinde en çok sorma hakkı olanlardan biri ile baş başa ve cevapsız bırakmayı tercih ediyorsanız, o başka...
Çocukların sorularının bazen çıldırtıcı olabileceğini kabul ediyorum.
Fakat onların neden Allah hakkında böyle “tuhaf” sorular sorduklarını anlamaya çabalarsanız, durumun aslında hiç de o kadar tuhaf ve o kadar çıldırtıcı olmadığını da anlamış olursunuz...
Elbette soracaklar!
Zaman zaman çocuklarının Allah hakkındaki soruları karşısında korkan, paniğe kapılan anne babalarla karşılaşıyorum ve genellikle onlara şunu söylüyorum:
“Bu harika bir şey! Ne yani Allah onu sırf bunun için yaratmışken, çocuğunuz Rabbini merak etmesin mi? O’nun hakkında sorular sorup, tanımaya ve bilmeye çalışmasın mı?”
Çok yakın bir ahbabımın eşi, çocukluğunda annesine, Allah hakkında her çocuğun merak ettiği sorulardan birini sormuş. Ve cevap beklerken suratının ortasına okkalı bir tokat yemiş!
Aramızda Allah hakkında sorular soran çocuğuna tokadı yapıştıracak olan tek kimse bile yoktur eminim. Ama “Haşaaa!” ile başlayan tokat gibi bir cevap verenimiz çoktur.
Daha doğrusu “güya” bir cevap verdiğini zannedenimiz...
Oysa anne ve babalar çocuklarının ilk kez, bardaktan su içtiği, ilk kez ayağa kalkıp bir adım attığı, ilk kez “anne” ya da “baba” dediği tarihleri, süslü püslü hatıra defterlerine ya da sağdan soldan beleşe gelmiş ajandalara büyük bir sevinçle not ettikleri gibi, Rableri hakkında ilk kez bir soru sordukları günü de, not etmeli de