top of page

Gri Bölge

Güncelleme tarihi: 1 Tem 2022




ACABA bir tanrıları var mıydı? Onların, zaman zaman birbirlerine yahut başkalarına kızıp, “Allah belanı versin!” diye bağırmak dışında, bir tanrıdan bahsettiklerine hiç şahit olmamıştım. Bir tanrıları, en azından doğru düzgün inandıkları bir tanrıları olmadığına dair ürpertici ve soğuk bir hissi—artık kabuk bağlamış olsa da—ara ara sızlayan, hatta kanayan bir yara gibi hep içimde taşıdım. İnsanın bir tanrısı olur da, ondan hiç bahsetmez miydi?

–Eğer mümkün olsaydı Çaylak, bunu onlara sorar, merak ettiğin şeyi öğrenebilirdin.

–Ama mümkün değil! O yüzden sana soruyorum.

–Bilmiyorum.

–Bence bal gibi biliyorsun!

–Derdin ne senin?

–Merak ediyorum!

–Neyi?

–İnanıp inanmadıklarını!

–Neye?

–Neye olacak? Allah’a!

–Sana bilmediğimi söyledim ya Çaylak. Bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. Sadece onlar için iyi olduğuna inandığım şeyi ümit etmeye çabalıyorum. Hem insanları yaşayışlarına bakarak, kolay kolay siyah ile beyaz gibi kesin alanlara ayırıp, haklarında inançlı yahut inançsız diye bir hüküm veremezsin. Çünkü siyah ve beyaz arasında oldukça geniş, gri bir alan da vardır.

Bir alacakaranlık içinde, ışığa ya da karanlığa doğru gittikçe, beyaza ya da siyaha doğru, açılan ya da kararan tonları olan gri bir alandır bu. Ve insanların çoğu, yaşamlarının büyük bir kısmını bu gri alanda sürdürürler.

Bu yüzden inanmak, iman etmek; yaşadığımız sürece attığımız her adımda, vardığımız ve bir karar vermek zorunda olduğumuz her yol ayrımında tonu değişebilen bir şeydir. Azalan, yıpranan yahut çoğalan ve tazelenen bir şey...

Bazen karanlığı delip geçen bir yıldız gibi ışıldayıp parlayan, bazen de sönükleşen hatta kararıp bütün bütün sönen bir şey... Asıl önemli olan Çaylak, yolun neresinde olursak olalım, asıl önemli olan; o son adımı attığımızda, o son kavşaktan döndüğümüzde, yüzümüzün hangi tarafa baktığıdır! Ben onların, taban tabana zıt pek çok şeyin, akıl karıştırıcı şekilde birbirine girdiği ve aynı pazarda satışa çıkarıldığı böyle alacakaranlık bir zamanda, her nerede durmuş olurlarsa olsunlar; yüzlerinin karanlığa değil, ışığa dönük olduğunu düşünmek ve buna inanmak istiyorum.

Bana her şeyi sor ama bir daha onlar hakkında böyle bir soru sorma lütfen!

Sonra Filozof sustu. Ben de sustum. Uzun bir susuştu. Bu sessizlikte ikimiz de göz göze gelmemek için çaba sarfettik. Ama ne kadar sessiz olmaya çabalarsa çabalasın, ben onun nefes alıp verirken titreyen ciğerlerinin fısıltısını duyabiliyordum.

–Sana müzik açayım mı Filozof?

–Olur.

–Ne dinlemek istersin?

Chopin.

–Noktürler için erken değil mi?

–Fark etmez.

–2 numara mı? Opus 9. En sevdiğin, ha?

–Olur.

–Hangisinden çalayım? Bundan mı yoksa bu yeni aldığımızdan mı?

Arthur Rubinstein lütfen. Diğerini de seviyorum ama kayıtlardaki o mırıldanmaya, o nefes seslerine alışamadım bir türlü. Sanırım misophonia yüzünden.

–Kahve de ister misin?

–Acıkmadın mı sen Çaylak?

–Acıktım aslında.

–Makarna var. Sevdiğin o sostan da yaptım.

Filozof’a onlar hakkında böyle bir soru sormak, cesaret işi değildi; ergence bir densizlikti. Ve onu üzmekten başka bir şeye yaramamıştı.

Bana ne demesini bekliyordum sanki? Onları benden daha iyi tanıyor ve nasıl bir hayat yaşadıklarını gayet iyi biliyordu. Elbette arsız ısrarlarımdan bıkıp, her ikimize de iyi gelecek bir cevap vermek zorundaydı. Ama ben, pek çok şeyin farkındaydım. Burada yaşamaya mecbur kalmadan önce, içinde her şey olan, fakat Allah olmayan bir evde yaşıyordum.

Herkes uyuduğunda, Allah’ın hiç uyumadığını düşünür, bundan memnun olurdum. Bana, “Hadi uyu artık” dediğini hayal eder, usulca göz kapaklarımı kapatacağı o mucizevî ânı kaçırmamak için uykuya direnirdim.

Uyumak, benimle Allah arasında, geceleri karanlıkta oynanan bir oyundu sanki. Ve bu oyunu hep, Allah kazanırdı.

O’na kızmaz, hiç kırılmazdım.

Bir türlü uyuyamadığım gecelerde, O’nun başka çocukları uyutmak için gittiğine kendimi ikna eder, gelmesini beklerdim. Mutlaka gelirdi.

O’nun bu kadar çok çocuğu her gece nasıl uyutabildiğini, binlerce uyku oyununda hepimizi nasıl da yendiğini, aklım almazdı.

O’nu zihnimde canlandırmaya çabalar, beceremez, muhayyileme gelen hiçbir şekli, hiçbir biçimi, hiçbir sureti Allah’a layık görmez, ve O’na bilinmezliği ile hayran olurdum.

Bana, büyüdüğümde ne olacağımı sorduklarında, Allah olmak istediğimi söylerdim. Bu cevabım onları ürkütür ve şaşırtırdı. Böyle bir fikre nereden ve nasıl kapıldığımı merak eder, korku ile birbirlerine bakar, sevdiğim yiyeceklerden ya da böyle gündelik sıradan şeylerden mevzu açıp, konuyu kapatmaya çalışırlardı.

Onların bu geçiştirme çabaları karşısında, Allah’ın sadece çocukların bildiği bir şey olduğu zannına kapılır, büyüdüğümde, kendi başıma uyuyabileceğimi, geceleri karanlıkta yalnız kaldığımda, O’nun artık odama gelerek benimle uyku oyunu oynamayacağını, böyle böyle zamanla Allah’ı unutacağımı düşünür; O’nu kaybetmek endişesine kapılırdım.

Büyüdükçe kaybettiğim ilk şey, işte bu endişe oldu.

Öyle ki, ilkgençlik çağlarımın henüz başlarında, bu çocukluk imanımdan o kadar uzaklaşmıştım ki, kazadan sonraki haftalarda, hastahanede ve Filozof’un evinde geçirdiğim o ilk aylarda, başına böyle korkunç bir olay gelmiş biri olarak, içimde O’na karşı bırakın sığınma arzusunu, en ufak bir isyan, bir itiraz hissi dahi taşımıyordum. Ama bu kayıtsızlık, bu hiçlik gibi içimi kemirip duran şey, zamanla canımı yakmaya beni huzursuz etmeye başlamıştı.

Yeniden, bir çocuk gibi inanmak istiyordum Allah’a. Uyuduğumda göz kapaklarımı kapatanın hâlâ daha O olduğuna bilmek, O’na içten ve hesapsız iman edip, varlığınd