Bu Yapraklar Neden Yeşil? Ya da Işık ile Köfte Pişirmek!
Güncelleme tarihi: 30 May 2020

JAN BAPTİSTA VAN HELMONT, bir filozof ve bir bilim adamıydı. Tabii 17. yüzyılda ne kadar bilim adamı olunabilirse o kadar bilim adamıydı. Fakat bütün gerçek bilim adamlarında olması gereken iki önemli özelliğe sahipti: Merak ve sabır!
Yaşadığı zamanda kendisi gibi meraklı pek çok bilim adamını meşgûl eden birtakım tuhaf konulara kafayı takmıştı. Bakırdan, demirden daha bilmem neden altın yapıp köşeyi dönmek, ölümsüzlük iksiri bulup dünyaya kazık çakmak, şekerden karınca elde etmek, bunlardan sadece birkaç tanesiydi.
Daha da vardı yani...
Helmount’a göre hayat; su ve havadan yaratılmıştı. Ve bunu ispat etmek için tam beş yıl sürecek bir deney yapmaya karar verdi.
100 kilo kadar toprağı itina ile tartıp bir saksıya doldurdu. Sonra yaklaşık 2.5 kilo ağırlığındaki bir söğüt dalını yine itina ile tartarak aynı saksıya ekti. Ve beş yıl boyunca saksıya yağmur suyundan başka hiçbir şey koymadı. Düşen yaprakları tek tek topladı ve onları da tartarak bir kenara not etti.
Beş yılın sonunda Helmount’un söğüt ağacı büyüdü, serpildi ve elbette ağırlaştı. Helmount onu tarttığında, artık 85 kilo geliyordu. Ama saksıya beş yıl önce koyduğu toprak, sadece 50 gram azalmıştı.
Peki söğüt ağacı bu kadar kiloyu nasıl almıştı?
“İşte!” dedi. “Helmount. “Teorimi ispatladım! Ağaç topraktan değil sudan beslendi! Çünkü toprak neredeyse olduğu gibi duruyor!”
Ne zaman Helmount’un bu deneyini hatırlasam aklıma hep Nasreddin Hoca’nın o meşhur ciğer fıkrası gelir. Hani Hoca eve üç okka ciğer alır. Hoca’nın hanımı komşularını eve çağırır. Hep birlikte ciğeri kebap yapıp yer, üstüne de sade kahve içerler.
Hoca eve geldiğinde, “Hanım hanım!” der. “Ciğer nerde?”
“Gözü kör olmayasıca kedi ciğeri yedi!” der Hoca’nın hanımı.
Hoca bu! Kül yutar mı? Tutar kediyi tartar. Hayvancık üç okka ancak gelir.
Bunu gören Hoca:
“Bu kediyse ciğer nerde? Yok bu ciğerse kedi nerde?” diye sorar. Sonra hanımını ve öteki komşu kadınları da tek tek tartar. İşte o zaman işin aslı ortaya çıkar!
Tabii bu fıkranın konumuzla ne uzaktan ne de yakından bir alakası yok. Zaten ben size “var” demedim. “Aklıma geldi” dedim! Fakat acaba bu kadar kesin konuşmamalı mı? Kimbilir belki de vardır bir alakası? Dünya burası, acayip bir yer...
Helmount, ağacının büyümesinde suyun ve havanın çok önemli bir rolü olduğunu keşfetmiş, dahası bunu yaptığı deneyle ispat da etmişti.
Buraya kadar sıkıntı yoktu elbette. Ama işin içinde Helmount’un henüz bilmediği, hayatı boyunca da bilemeyeceği başka işler vardı!
Oxygenium
1774 yılında Joseph Priestley adında bir mucit macit, hobi olarak başladığı bilim adamlığı işinde oldukça önemli bir gelişme kaydetti. O güne kadar aralarında su ve Karbondioksiti karıştırarak elde ettiği SODA (gazozun atası sayılır) ve içine çekenleri deli gibi güldüren KAHKAHA GAZI (Diazot Monoksit) gibi tuhaf şeyler keşfetmişti.
Ancak o gün laboratuvarında türlü deneyler neticesinde elde ettiği gaz, daha öncekilere hiç benzemiyordu. Mumların çok daha parlak yanmasını sağlıyordu!
Bu esrarengiz gazdan bir miktar üretip cam bir fanusun içine doldurdu ve içeriye bir fare attı.
Farecik, cam fanusun içinde, bilim uğruna cavlağı çekmeyi beklerken öyle olmadı. Beklenenden çok daha uzun bir süre yaşadı. Hatta sonradan Walt Disney adında bir film şirketi ile anlaşıp artist bile oldu. Tabii sonunda akıbeti değişmedi farenin, o başka mesele...
Priestley bu kadarı ile kalmadı ve bu değişik gazdan “Bakalım ne olacak?” diyerek içine bi fırt çekiverdi. Çekince üzerine bir hafiflik, bi ferahlama geldi. “İyiymiş be!” dedi. Bi fırt daha çekti!
Adam OKSİJEN’i keşfetmişti. Ama bundan henüz tam olarak haberi yoktu.
Aslında o sıralarda başka bilim adamları da Oksijeni keşfetmişti. Fakat Priestley hızlı davrandı ve ona OXYGENIUM adını verdi.
Kısa bir süre sonra ise,—belki de ağaçlıklı ormanlıklı bir yerlerde gezerken, Oksijeni içine çektiği o gün hissettiklerini hissettiği için—bitkilerin Oksijen üretiyor olabileceklerini düşündü. Dahası bitkiler, özellikle de ağaçlar, hayvanlar tarafından kirletilen havayı oksijen üreterek temizliyor olabilirlerdi!
Şuncacık bilgi ile bu kadarını düşünmek bile büyük başarıydı aslında.
Kendisine “Helâl olsun!” diyor, yolumuza devam ediyoruz...
Kısa bir süre sonra bir başka bir bilim adamı, olayı bir adım daha ileriye taşıdı. Zaten bu işler hep böyledir; düşe kalka adım adım ilerlenir. Önemli olan vazgeçmemektir..
Jan Ingenhouz isimli bir başka bilim insanı, yeşil bitkilerin havayı temizlemesinin gündüz saatlerinde olduğuna dair ilginç bir açıklama yaptı. Bu son derece önemli bir açıklamaydı çünkü olayın içine hava ve suyun dışında IŞIK da dahil edilmiş oldu. Tabii, ışığın rolünü anlamak için daha çok erkendi. Fakat bir rolü olduğunun fark edilmesi az şey değildi...
Bir süre sonra ise Jean Senebier, 1782 gibi, bitkilerin “havayı temizlemek” yani OKSİJEN üretmek için KARBONDİOKSİT almaları gerektiğini ileri sürdü. Böylece insanoğlu, yeryüzünün en büyük mucizelerinden birini keşfetmeye doğru sağlam bir adım daha atmış oldu...
Ardından basamaklar biraz daha hızlı çıkıldı ve 1800’lü yılların ortalarına doğru bilim adamları, bitkilerin yeşil yaprakları aracılığı ile havadan Karbondioksit alıp Oksijen ürettiklerini ve bu işlem sırasında hem güneş ışığına, hem de suya ihtiyaçları olduğunu hemen hemen çözmüşlerdi.
Fakat yanlış anlamayın sakın! Çözdükleri “böyle olduğu” idi yoksa “nasıl olduğu” değildi!
İlk zamanlar bu olaya bitkilerin solunumu olarak bakıldı.
Yani insanlar ve hayvanlar nasıl havadan oksijen alıp dışarıya Karbondikoksit veriyorlardı. Bitkiler de Karbondioksit alıp Oksijen veriyorlardı!
Olay bundan ibaretti.
Ama aslında olay bundan ibaret değildi!
Özellikle ışığın tam olarak ne olduğu çözüldükçe işin rengi değişti...
1842’de Robert Maler adında bir bilim adamı ışığın enerjisi olduğunu ve bitkilerin güneş ışığındaki enerjiyi yaşamaları için gerekli kimyasal enerjiye dönüştürdüklerini keşfetti! Bu olaya artık bir isim de bulunmuştu: FOTOSENTEZ!
Tam kırk sene sonra Thedor William Engelman, Oksijen üretiminin KLOROPLAST adı verilen hücrelerde yapıldığını keşfetti.
1900’lü yıllarda FOTOSENTEZ mucizesinin ayrıntıları bir bir ortaya çıkmaya başladı. Suyun Oksijen üretiminde nasıl bir rolü olduğu anlaşıldı. Bazı bilim adamları, bu konuda yaptıkları çalışmalardan dolayı Nobel Ödülü aldı.
Fotosentezin, ağaçların ve öteki bitkilerin nefes alıp vermesinden çok daha başka bir şey olduğu nihayet anlaşıldı.
Ve evet! Olayın Nasreddin Hoca’nın yiyemediği ciğerle de bir alakası vardı. Hem de çok alakası!
Şu yer kabuğu üzerinde uçan, kaçan, gezinen ve karnını doyurmak zorunda olan herkesle ve her şeyle alakası vardı Fotosentezin!
İster ot yesin, ister et yesin, ister her ikisini, isterse birbirini yesin, herkesle ve her şeyle...
<