"Bizde Irkçılık Olmaz"mı?
“Bizde ırkçılık olmaz!” demek, ırkçılık rüzgarlarını içeriye almak için açık bırakılan en büyük kapıdır...

–Eğer insanı sadece etten, kemikten, kastan, kandan, dişten, tırnaktan, deriden, saçtan bir organizma olarak görürsen, ancak o zaman farkeder! Ancak o zaman bir kısmını diğerlerinden, bazı özelliklerinden dolayı ayırabilir, bazılarını üstün, bazılarını da, alt seviyede sınıflandırabilirsin. Oysa bir insanı insan yapan şey, ruhudur. Aklıdır, kalbidir, vicdanıdır, karakteridir, duygularıdır. Özlemesidir, hüznüdür, kederidir, neşesidir, sevmesidir Çaylak! Ve ruhun ırkı yoktur!
–Bunu da not almalıyım! Bu son söylediğini...
–İşte böyle... Ama sana bunları anlattım diye, ırkçılık denen şeyin bizden çok uzak olduğunu düşünme sakın! O evet belki bir “Frenk mikrobudur.” Ama bütün mikroplar gibi zayıf bir anımızı bulduğunda, hepimize bulaşır. Hiç anlayamazsın, bir anda kendini ırkı ile övünen ve sloganlar atan biri olarak bulursun!
Sıra arkadaşına farklı bir gözle bakmaya başlarsın... Sokakta senin bilmediğin ana dilleri ile konuşan insanlara, içinde bir öfke büyütürsün. Adaletsiz toptancılığınla bir grup insanı, sırf içlerinden birileri, herkesin yapabileceği bir fenalığı yaptı diye mahkûm edersin...
Bak Çaylak, “Bizde ırkçılık olmaz!” demek, ırkçılık rüzgarlarını içeriye almak için açık bırakılan en büyük kapıdır. Burada! Tam da bu ülkenin orta yerinde çok çok yakın bir tarihte, Nazi Almanyası’na özenip, insanların kafatasları, Türk mü değil mi, diye ölçüldü.
Yaşayanların kafalarını ölçmek bu kafatasçılara yetmeyince, sanki çok önemliymiş gibi, Türk olduğundan emin olabilmek için Mimar Sinan gibi bir dehanın mezarı açıldı.
–Ne diyorsun ya?
–Tarihe ismini bileğinin hakkıyla, kubbe kubbe, minare minare, köprü köprü yazdırmış bu dahi adamın kafatası, 1935 yılından beri kayıp Çaylak! Irkçılar onu kaybettiler ve kimse de nerede olduğunu bilmiyor.
–Yuh!
–Burası, çok çok yakın bir zamana kadar, ilk okullarda, yaz kış demeden, soğukta, ayazda ve her sabah, tam seksen yıl, Türkmüş, Kürtmüş, Çerkezmiş.. umursamadan minicik çocuklara, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun!” diye bağırta bağırta yemin ettirilen bir ülkeydi Çaylak.
–Bak bunu ben bile hatırlıyorum.
–Bu ülkede yaşayan herkes Türk olmak, kendini Türk gibi hissetmek zorunda değildi oysa. Burası hepimizin vatanıydı ve burada yaşamak için, hiçbirimizin Türk olması gerekmiyordu.
Burada mutlu olmak için de Türk olmak gerekmiyordu...
Bu ülkeyi sevmek için de Türk olmak gerekmiyordu... Çünkü burası, sevmek için, sebep bile aranmayacak kadar güzel bir ülkeydi...
Ve hepimiz, bu ülkeyi seviyorduk. Bazımız Çerkez’dik, bazımız Boşnak’tık, bazımız Laz’dık, Pomak’tık, Arnavut’tuk, Yörük’tük, özbe öz Türk’tük ya da yedi göbek Kürt’tük...
Yıllar önce bir gün, bir konferansa katılmıştım. Ve bu coğrafyada, farklı milletlerin ve farklı ırkların yaşamasına tahammül edemeyen adamın biri, ciddi ciddi şunları söylemişti: “Aslında biz hepimiz aynı milletiz. Doğu’da yaşayanlar coğrafya ve iklim şartlarından dolayı farklılaşıyorlar. Doğulu bir çocuğu alıp Ege’de büyütsen, o Egeli olur, Kürt olmaz!” Ben ayağa kalktım ve ona, “Peki bir Kongoluya aynı şeyi yapsan ne olur? Rengi giderek açılır mı?” diye sordum.
–Ne dedi?
–Duyamadım, salon kahkahadan yıkılıyordu.
–Çok pis oturtmuşsun Filozof!
–Hak edene oturtacaksın!
–Heyt be!
–Sana mülteci çocukların okuldan atılmasına dair imzaladığın o kâğıt yüzünden haksızlık ettiğimi, aşırı tepki verdiğimi düşünebilirsin. Ama Çaylak, şunu hiç unutma:
İnsanlığımız zaafa düştüğünde, ciğerlerimize ilk yapışacak mikrop, ırkçılık olur...