top of page

Bilgiyi Hikâye Etmek

"Bana kendimi hem iyi, hem de kıymetli hissettiren bilgiyi hikâye etmeye çalışıyorum! Onlara, hikâye anlatmıyorum!"




İnsanoğlunun ama bile isteye gönüllü ama kaderin sevk etmesi ile mecburen ama keyf ü sefadan ama meraktan elleri, ayakları, dilleri, zekaları, hayalleri –bazıları da burada söylenmez– vücut makinasının türlü alet ve edavatı ile icra ettiği pek çok meslek vardır.

Bunlardan çoğu ihtiyaçtan ortaya çıkmış ise de, bir kısmı da, can sıkıntısından icat edilmiştir. Mesela, “sıhhî tesisatçılık” bir ihtiyaçtır. Bunun ne derece şiddetli bir ihtiyaç olduğunu, pazar günü evinin atık su giderleri tıkanıp, ortalığı –haşa huzurdan– kazurat götürmek üzereyken yana yakıla, dualarla, aminlerle usta aramak mecburiyetinde kalanlar iyi bilirler. “Göstergebilim” ise, can sıkıntısındandır. Fakat saygıdeğer intelijansiyamızı gücendirmemek adına, söz konusu can sıkıntısının boş beleşlikten, tembellikten, ne yapacağını bilmemezlikten değil de, varoluşsal bir takım meseleleri dert etmekten mütevellid bir “can sıkıntısı” olduğunu söyleyeyim ve başıma iş açmayayım…


Toprağı bol olsun bu göstergebilim mesleğinin üstadlarından Umberto Eco, ölmeden bir süre önce Türkiye’ye gelmiş ve Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bir programa katılmıştı. Bendenizin tıyneti bu tür entelektüel ayinlere iştirak etmeye münasip gelmediğinden, olaydan, Tarık Uslu mahlası ile yazdığım popüler bilim dizisi ACAYİP ŞEYLER’in bilmem kaçıncı kitabına çalıştığım sıralarda, kucağımda bir kase çavuş üzümü ile kifaf-ı nefs ederken haberlerde tesadüf etmiştim. Yalan olmasın; üzüm, pembe gemre de olabilir.

Eco, kendisine sorulan bir soru üzerine (Soru neydi hatırlamıyorum.) “Her türlü bilgiyi hikâye edebilirsiniz…” demişti. “Mesela çocuklara kaplanları şu şekilde anlatabilirsiniz: ‘Kaplanlar kedigiller familyasındandır. Boyları şu kadardır. Kuyruklarını da işin içine katarsanız bu kadar.’ Bu, bilgiyi aktarmaktır. Hikâye etmek ise şudur: “Kaplanlar ormanlarda yaşarlar. Turuncu üzerine siyah ya da kahverengi bir elbiseleri vardır. Et yerler. Eğer bulabilirlerse çocuk bile yiyebilirler!” İşte bu da, bilgiyi hikâye etmektir.”


Duyduklarım karşısında donakalmış, yıllardır çocuklar için çalışan bir yazar olarak, tuhaf bir irkilme, bir aydınlanma ve eğer fakire bu kadarını çok görüp, “Yürü be çorbacı!” demeyecekseniz, Proust gibi bir tür moments bienheureux yaşamıştım.

Eco, “Her türlü bilgiyi hikâye edebilirsiniz!” derken, bütün yazarlık çabamı üzerine inşa etmeye çalıştığım şeyi, hem de kelimesi kelimesine tarif etmişti. Üstelik, örneğini çocuklar üzerinden vermesi, benim için çok sarsıcıydı.


Çocuklar için popüler bilim yazarken yapmaya çalıştığım şey, tam olarak buydu işte! Bilgiyi (Bilimsel, dinî, kültürel, felsefî, faideli, faidesiz, eğlenceli, suratsız… farketmeksizin!) ansiklopedi ya da ders kitapları gibi aktarmak değil de, hikâye etmek!


Senelerdir bunu anlatmaya çalışıyor, “Nasıl yazıyorsun?” diye soranlara, “Onlar için her türlü bilgiyi hikâye etmeye çabalıyorum!” derken; giriş, gelişme, sonuç bölümleri olan, içinde kahramanların fink attığı bir olay anlatmaktan bahsetmiyordum. Bahsetmiyordum ama bahsetmeye çabaladığım şeyi de bir türlü anlatamıyordum. Çocuklara her hangi bir konuyu anlatmanın en kolay ve en etkili yolunun, “anlatmak istediğiniz bilginin ana fikirde yer aldığı bir hikâye kurgulamak” olduğu gibi yaygın ve kökleri kadim Doğu bilgeliğine kadar uzanan bir kanaat vardı çünkü. Ve bu kanaat hiç de haksız değildi. Ancak çocuklara bilgiyi hikâye etmek de , onlara hikâye anlatmak demek değildi. En azından benim kast ettiğim ve özellikle popüler bilim dizisi ACAYİP ŞEYLER’de kurmaya çalıştığım şey, kısaca özetlersem, “tevhidî omurgaya sahip yerel bir popüler bilim dili” idi. Yapmak istediğim, bilgiyi çocuk okurun aklında, hayalinde canlandırabileceği; renkli, hareketli, kendine ait sesi olan, ders kitaplarının soğuk mendeburluğundan uzak, eğlenceli, hayatın içinden ve içine ait keyifli, üstelik yerel kültüre ait kodlar taşıyan bir dil ile anlatabilmekti. Bilgiyi hikâye etmek ile onu bir hikâye kurgusu içine gömerek (Özellikle, öğretmen kökenli çocuk kitapları yazarlarının çok sevdikleri şekilde ifade edecek olursak, “yedirerek”) yutturmaya çalışmak arasında, fark vardı.

Biri, hafife alınmaya karşı yetişkinlerden çok daha hassas alıcılara sahip çocuk okuru gerçekten ama gerçekten muhatap olarak ciddiye almayı gerektirirken, diğeri –görünürde hiç böyle bir niyetiniz olmasa bile– alttan altta, “Sen ancak böyle anlarsın!” ön kabûlünü taşımaktaydı.


Tam da bu yüzden, okurlarıma her hangi bir konu hakkında mesela atmosfer tabakası ile ilgili bilgiler vermek istediğimde, onlarla arama Berkecan, Mertcan, Aycan, Nurcan, ve bu bunların Nubar Terziyan’a benzeyen ancak arka bahçede uçan kaçan araçlar yapan dedeleri Patlıcan gibi kahramanlar uydurup, bilgiyi bir hikâye kurgusuna “yedirerek” anlatmayı tercih etmiyordum.


Onların gözlerinin içine bakıp, ta içine… Beni ilgilendiren, beni şaşırtan, beni mutlu eden ve hayatıma anlam katan, bu yıldızların altındaki eşsiz ve benzersiz benliğime, ait yeri bulmama yardımcı olan, yaşadığım kâinatla olan bağımı açığa çıkaran, aklımı ve kalbimi yıldızlardan çiçeklere kadar yaratılanla birlikte Yaratan’a yaklaştıran (Richard Louv, Doğadaki Son Çocuk adlı o muhteşem kitabında, bir hahamdan alıntıladığı şu ifadele yer verir: “Yaratılandan uzaklaştıkça Yaratandan da uzaklaşırız!”) ve bana kendimi hem iyi, hem de kıymetli hissettiren bilgiyi hikâye etmeye çalışıyordum!


Onlara, hikâye anlatmıyorum!


Ama hayır! Asla hikâyeyi, hikâye anlatıcılığını, kurguyu, aç gözlü sincap ile tok gözlü sincap öykülerini hafife alıyor değilim. Tamamen kurgu kitaplar yazdığım gibi bilgiyi hikâye ettiğim kitaplar içinde sıklıkla başımdan gelip geçmiş olayları köpürte köpürte –sırf daha keyifli bir okuma macerası yaşatabilmek için– anlattığım, düpedüz uydurduğum hikâyelere de yer vermekteydim. Hatta, sırf bunu rahat rahat yapabilmek için mahlas kullanmaktaydım. Burada, ülkenin en çok okunan (üstelik tercüme de değil tamamen yerli malı yurdun malı) popüler bilim dizisi ACAYİP ŞEYLER’in yazarı olarak, beğenseniz de beğenmeseniz de, sormak zorunda olduğunuz şu sorunun cevaplarından birini vermeye çalışıyorum sadace:

“Bu adam neyi doğru yapıyor da, on senedir bir takım çal çakal yayıncıların piyasaya sürdüğü kötü taklitlerin dışında kitaplarının yerel bir benzeri yok ve kitapları, ellerindeki tablet ve telefonlarla internete göbek bağı ile bağlı yüz binlerce çocuk okur tarafından severek okunuyor? Üstelik, sıhhî tesisat işlerinden anlamadığı gibi göstergebilim hakkında da, hardal tanesi kadar bir şey bilmiyor!"




(BU YAZI DİL VE EDEBİYAT DERGİSİ'nin Ekim 2020 tarihli ÇOCUK EDEBİYATI ÖZEL SAYISI için kaleme alındı.)