Beş Önemli Vakit

Halis Muhlis, neşe ile sınıftan içeriye girince, önce şöyle bir ortalığı kolaçan etti. Sanki herkesi tek tek gözden geçiriyor gibiydi.
– İdris nasılsın? Seni aramızda gördüğümüze göre bu sabah karnın ağrımamış demek ki?
– Ya öğretmenim ya!
Halis Muhlis’in İdris Takacı’ya bu beklenmedik takılmalarına bütün 5/A sınıfı kahkalarla güldü. Ama İdris Takacı da güldü. Merak etmeyin alınmadı, kızmadı ve herkes gibi o da eğleniyordu. Tabii en çok gülenin, Safinur Tazenane olduğunu söylemeye gerek bile yok...
– İdris biliyor musun, ben de bazı sabahlar çok zor kalkıyorum yataktan. Bazen sabah namaza kalkamadığım bile oluyor. Saati falan kuruyorum ama nafile! Duymuyorum bile...
– Ama öğretmenim, SABAH taa o saatte kalkmak da çok zor ya!
– Ama bence namaz kılmak için en güzel vakit sabah vakti. Henüz gün doğmadan...
– Neden öğretmenim?
Ah bu sorular! Halis Muhlis için ne kadar kıymetliydiler. Onlar sormuyor yahut soramıyorsa, sormaları ve merak etmeleri için önlerine fırsatlar koymalı, meraklarını gıdıklamalıydı...
– Hanımefendiler, beyefendiler! Her gecenin sonunda, gözlerimizin önünde, apaçık bir mucize yaşanır. Uyumamız ve dinlenmemiz için üzerimize örtülen o koyu lacivert ve inciler gibi yıldızlarla işlenmiş gece örtüsü, sabaha doğru usul usul kaldırılır. Allah’ın sıcak sarı güneşi, erguvan renkli serin merhabalarla, tatlı esintili günaydınlarla, uzak tepelerin, dağların ve ormanların arkasından, sessiz ve sedasız beliriverir.
Bu büyük bir olaydır! Eğer her sabah değil de, mesela on yılda, yüz yılda bir gerçekleşecek olsaydı, hiçbirimiz yataklarımızda duramaz, yeryüzünün bu en muhteşem mucizesine şahit olmak için, daha güneş doğmadan kalkar, evlerin balkonlarına, çatılarına, yüksek tepelere, geniş düzlüklü ovalara çıkar, birazdan yaşanacak mucizeyi daha rahat görebilmek için, deniz kıyılarına, sahillere koşar ve heyecanla beklemeye başlardık.
Oysa ha her sabah, ha yüz yılda bir! Ne değişir? Güneşin doğuşu her türlü mucizedir.
İşte SABAH NAMAZI, bu muhteşem olayın, Rabbimizin bize yepyeni bir gün daha bahşetmesinin ve sanki görünmez bir mürekkeple yazılmış bir yazıyı görünür kılan sihirli bir iksir gibi ışığın, yeryüzünü bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha... ama her seferinde taptaze aydınlatması karşısında, mü’minlerin hayret, minnet, şükran, teşekkür hislerini ifade etmeleri için bulunmaz bir fırsattır.
Minarelerden ALLAHU EKBER sesleri yükselmeye başlar. Ve şehirlerin üzerine, bereketli bir yağmur yağıyormuş gibi ezan kelimeleri yağar...
Biz kalkarız. Sıcak yataklarımızdan, kuşlar gibi erkenden uyanırız. Onlar nasıl kendi dilleriyle şakıyıp ötüşmeye ve yeni günü karşılamaya başladılarsa, biz de sabah namazı ile bunu yaparız
Allah’ın bu en büyük mucizelerinden biri birazdan yaşanacakken âdeta, “Az sonra doğacak olan Güneş Senin, onu da, onun ışıklarını da Sen yarattın. Bu Dünya, Sen onu döndürdüğün ve “Dön!” emrettiğin için böyle dönüyor. Ve bu yeni gün de, Senin bize bir armağanındır” deriz.
İşte SABAH NAMAZI yeni bir güne başlamak için bu yüzden hem çok önemli, hem de çok güzeldir.
Halis Muhlis’in sabah namazı için anlattıkları 5/A sınıfındakileri çok şaşırtmıştı. Hiçbiri daha önce böyle şeyler düşün(e)memişti. İdris Takacı’nın zihnine, “Acaba ananemin aklından bütün bunlar geçiyor olabilir mi?” diye bir soru geldi. Ananesi, horozlardan bile önce uyanan bir ananeydi. Oysa İdris için sabah namazı demek, uykunun en tatlı yerinde uyanmak demekti! Fakat Halis Muhlis’in bu anlattıklarından sonra, onun aklında ve kalbinde, işler biraz değişti...
– Peki ÖĞLE NAMAZI öğretmenim? Hadi sabah kalktık kıldık namazımızı. Öğle vakti, yani günün tam ortasında neden bir daha kılıyoruz?
– Bu dünyanın işleri çoktur arkadaşlar. Eh, aralarında gereksiz, lüzumsuz şeyler de yok değildir. Ama yine de pek çoğumuzun yığınla işi vardır. Öğrenciler okullara gider, işçiler fabrikaları doldurur, pazar yerlerinde satıcılar tezgâhlarını kurar... Herkes bir iş yapar.
Hastalar hastahanelerde şifa bekler, aşçılar fokurdayan tencerelerin önünde yemeklerin pişmesini...
Kimi ders çalışır, kimi oyuna dalar, kimi okuduğu kitaba...
Ve hayat, türlü gaileler içinde geçip gider.
Sabah taptaze doğan Güneş, bizim bu sevgili mavi gezegenimiz kendi etrafında döndükçe yükselir yükselir ve tam tepeye kadar çıkar. İşte bu sırada insanlara, “Durun!” demek gerekir!
“Durun! Her ne yapıyorsanız bırakın. Bir nefes alın, azıcık bi dinlenin! Ve bu dünyaya niye geldiğinizi bir hatırlayın.
Sizi buraya kimin gönderdiğini, kimin yaşattığını, serin ve tatlı suyu, hoş meyveleri, ciğerlerinizi ferahlatan havayı kimin yarattığını...
Bütün işler, bu koşuşturmaca, bu yarış...
Bunlar zor işler.
Yoruldunuz, kafanız da biraz karıştı belki de... Hadi şimdi vakit geldi. Haydi gelin!
Sizlere müjde! Rabbinizin huzuruna bir kez daha davet edildiniz.
Dertlerinizi, sıkıntılarınızı, yorgunluklarınızı bırakıverin şu seccadenin kenarına ve ALLAHU EKBER diyerek, O’nun huzurunda duruverin.
Şimdi beliniz, dertlerden kederlerden, yorğunluktan değil, O’na olan saygı ve sevginizden bükülsün sadece, çünkü O sizin Rabbinizdir ve bütün dertlerinizden büyüktür.”
İşte öğle namazı, günün tam orta yerinde bize Allah’ın bir güzel hediyesi ve hoş bir davetidir. Hani bazen siz çok ders çalışırsınız da, anneniz “Acık dinlen, gel bir şeyler atıştır, şu kekin tadına bak. Sana soğuk süt de koyayım Dolaptan...” der ya! İşte öyle bir şey...
– Bana genelde, “Yeter artık! Kalk şu bilgisayarın başından da az ders çalış!” diyorlar öğretmenim.
– Evet evet iyi hatırlattın. Öğle namazı buna da benzer aslında. Sanki Allah bize, “Yeter bu kadar dünya için çalışıp didindiğin. Burada çok kalacak değilsin; ebedî, sonsuz bir hayat seni bekliyor. Kalk ve Beni an! Seni bu dünyaya neden gönderdiğimi hatırlat kendine!” der öğle namazına davet ederek...
Fakat bu ne hoş bir davet ve ne kadar tatlı bir hatırlatmadır...
– Valla öğretmenim namaz kılasım geldi.
– Bunca şeyi niye konuşuyoruz Tacettin?
– Niye konuşuyoruz öğretmenim?
– Namaz kılasınız gelsin diye!
– Peki öğretmenim sabahı anladık, öğleyi anladık ama bi de İKİNDİ var?
– İyi ki ikindi de var Mahpeyker!
– Öyle mi?