top of page

Ateş Böcekleri ve Yediğimiz Naneler

Güncelleme tarihi: 30 May 2020




BİSKÜVİ diye hatırlıyordum, değilmiş. Fransızlar, madeleine derler; böyle istiridye kabuğu gibi, baş parmaktan az daha topluca bir kek vardır, meğer oymuş.

Bendeniz, fevkalade extreme parisien bir kimse olduğum için, öyle sıradan vatandaşlar gibi peynirli poğaçadır, simittir, boşnak böreğidir, yanına kısırdır falan yemem; hep böyle şeyler yerim; ordan biliyorum. Portakallısı olur, çikolatalısı olur, salyangozlusu bile olur...

Aslında işin bu kısmı çok mühim değil ama biliyorsunuz cancağazlarım, şu sayfaların da bir şekilde dolması lazım şimdi...

Fransız romancı Marcell Proust’un, yazmalara çizmelere doyamadığı o efsanevî nehir roman Kayıp Zamanın İzinde, sıcak çaya batırılan işte o madlenlerden birinin, yaşattığı talihli bir irkilme ânı, bir moments bienheureux ile başlar...

Pek efkârlı, enseyi de iyice kararttığı bir gün, annesi yesin, azıcık keyfi yerine gelir belki diye Marcell’e bir tabak madlen verir, yanında da bir fincan çay!

Bu Frenk kısmı, çayı bizim gibi ince belli de içmez; tıkırı yerinde olan fağfur fincanda, çulsuzu da, teneke kupada kifaf-ı nefs eder.

Fakat cancağazlarım, inanın bu da mühim değil; maksat sayfalar dolsun, işimiz görülsün...

Tabağı validesine hürmetler ederek önüne çeken Proust, dişsiz kocakarılar gibi madleni, az yumuşasın tadı tam çıksın diye yemeden önce çayına batırır.

Sıcak çayın içinde minik kırıntılar bırakan madlen, yumuşayınca bütün aromasını salıverir ve fağfur fincandan yükselen buharla birlikte tatlı kokusu, odanın her yerini görünmez ama hissedilir bir ışık, nuranî bir mahlûk gibi sarar...

Çaya bisküvi batıranlar bilir; çok bekletirseniz, bisküvi yumuşar hamura döner. Hemen ağzınıza atmalısınız ki, onu yerden kazımak mecburiyetinde kalmayasınız.

Madlenin kokusu ile bir hoş olup kendinden geçeyazan Prost, Annesinin, “Oynama nimetle, at onu ağzına hemen! Halıya da sakın düşürme, gebertirim seni!” ikazı ile, iyice yumuşamış kısmı, çay üstünde kalan bakiyesinden kopmak ve fincanın dibini boylamak üzere olan madleni nihayet, ağzına atıverir.

Atıverir ama içinde kek kırıntıları yüzen çay damağına değdiğinde, bir tatlı aroma, buram buram, buhurdan gibi genzinden yukarıya tüte tüte, OLFAKTÖR SOĞANIndan tıpkı ağacın kökleri gibi uzamış, dallanıp budaklanmış koku sinirlerine değer. Değmesi ile de,—artık adamın eşref saatine mi denk gelmiştir, yoksa gerçekten Fransızların, moments bienheureux dedikleri o keyifli âna mı bilmem—ansızın hayali uzun zamanlar öncesine, çocukluk günlerine döner, o geçmiş güzel, yahut kederli “kayıp” zamanları bir bir hatırlamaya başlar...

Koku, “Artık kimsenin işine yaramaz ama hatırası var, atmayalım kalsın” diye sandıklara konan ve çoğu zaman da orada unutulan, türlü tefarik eşyalar gibi, hafızasının, neredeyse unuttuğu ve en dip köşelere iteleyip, uzun zamandır hatırına bile getirmediği anıları, bir bir ortaya çıkarıverir. Hatıralar, delik bir cepten takır takır taş avlulara dökülüp yayılan cam misketler gibi ortalığa saçılır. Marcell Proust’ta da, oturup bunları yazmak kalır.

Ama ne yazmak, ne yazmak...

İyi, pek hoş bir hikâye de cancağazlarım, bendeniz de kendi çapında bir yazar olduğum için, yazar tayfasının işleri nasıl abartıp köpürttüğünü iyi bilirim. O yüzden, bana sökmez! Yok madlen kokmuşmuş da, yok bu koku, hafızasının o kilitli sandıklarını açmışmış da! Bırakın Allah’ınızı severseniz! Mangıra kıyıp kitaplarımızı alanlara ayıp olmasın, o kadar parayı herifin uydurup uydurup düzdüğü birtakım hikâyeleri mi vereceğiz?” demesinler diye bir kılıfına bulmuşuz, “neticemden uydurdum” demek yerine, kurgu diyoruz! İşin aslı, bunlar hep palavra! Şarkısı bile var; Ajda söylerdi.

“Palavra Palavra Palavraaaaaa!”

Çalışma odamda, koltuğuma gömülmüş, Prost’un raflardaki kitaplarına, fesatlıktan kısılmış gözlerle bakarken, “Adam da ne yazmış be!” diyor ve Proust’un azmi ve çalışkanlığı karşısında kendimi biraz iyi hissetmek için aklımdan işte bunları geçiriyordum ki, mutfaktan keskin bir nane kokusu geldi!

Aman ya Rabbel âlemin!

O nane kokusunun tazyiki ile, hayalim oturduğum yerde, besili ve enine çizgili tişörtler giyin arsız Amerikan veletlerince, kedi kuyruğuna bağlanmış Campels Çorba Konservesi kutusu gibi, arkasına zavallı kalbimi takarak, çeke sürükleye beni taaa nerelere, nerelere götürdü.

Dedim, Prost büyüksün!

Tatlı bir yaz akşamıydı. Ben yedi sekiz yaşlarındaydım. Üzerimde bin dokuz yüz seksen Dünya Kupası’nda, Batı Alman millî takımın giydiği şortlar gibi kısacık bir şort, sümük gibi yeşil, yalancı keten bir kumaşdan çıt çıtlı gömlek, ayağımda Cızlavet, şimdi yerinde, Meşhur Katalan Mimar Antoni Gaudí görse, onun bile aklını başından alacak kadar şakülü kayık, yasyamuk binalar bulunan mısır tarlasının kenarında, hüdai nabit nanelerin arasında, yeşil, daha az önce cilalanmış ve bir güzel kadife vurulmuş rugan kundura gibi parlak kabuklu ateşböceklerini topluyordum. Hala oğlu Bora, İstanbul’dan yeni gelmiş. Daha İstanbul bebesi. Adapazarı muhitine alışık değil. Pat dedi, yanımda bitti.

–Nabıyon?

–Ateşböceği topluyom.

–Sebep?

–Kavanoza dolduruyom.

–Sebep?

–Gece olunca kavanozu sallayacam, hep birden ışıklarını açacaklar!

–Ben de toplayacağım!

Eyvahlar olsun! Zaten ateşböceği toplamak zahmetli iş, böcekler de az. Bir de bu dadanırsa ben kavanozumu yarı bile edemezdim. Ne yapıp edip, onu yanımdan uzaklaştırmalı ve bu madene ortak etmemeliydim.

–Kavanozun var mı?

–Yok.

–Kavanozsuz olmaz! Ne yapacaksın cebine mi koyacaksın? Git kavanoz bul da gel.

Hala oğlu kavanoz bulmak için yanımdan seğirtip gidince, ben nane otlarının arasına iyice daldım. Ne var ne yok, hep topladım. Ama daha da kaldı. O gelmeden bakiyesini silip süpüreyim dedim fakat, elinde benimkinin iki misli büyük bir kavanoz ile koştu yetişti.

–Yuh! Turşu mu kuracan?

–Çekil az öteye!

–Burayı ben topladım. Daha hiç kalmadı, sen şurdaki otlardan topla.

–Onlar bu otlara benzemiyor ama..

–Nasıl benzemiyor? Bunlar nane, kokla bak.

–Nane evet!

–Onlar da nane ama yabanî nane! O yüzden kokmuyorlar. Farkları bu!

–Orda ateşböceği olur mu?

–Ateşböceği nerden bilsin hangisi yabanî hangisi gerçek? Ben ansiklopediden öğrendim.

–Hangi ansiklopediden? O fanfinfon işlerini öğrendiğimiz ansiklopediden mi?

–Sussana be oğlum. Hadi git sen, hadi!

–Tamam be!