Aklın Almadıkları

Aklın alması ve anlaması birbirinden farklı şeylerdir.
TAMAM kabûl ediyorum. Aklımdaki sorulardan, türlü acayip şüphelerden kendime bir ayrıcalık devşirmeye çalışmıştım. Başkaları gibi düşünmüyor olduğumu düşünmek, bana kendimi onlardan daha zeki hissettiriyordu. Üstelik, arada bir dinkültürüveahlâkbilgisi öğretmenini sinir etmek, kantin kuyruklarında bile kendi sırasını koruyamayacak kadar silik soluk ve içinden sürekli, “Ben burdayım! Beni fark edin lanet olasıcalar!” diye bağıran ama sesini kimselere duyuramayan biri için, kısa süreliğine de olsa, görünür olmak demekti.
Üstelik, her gün internet tarayıcısının geçmişini itina ile silmek zorundayken, yaptığım her haltı gören, bilen birinin var olduğunu unutmak, hatırlamamak, O’nu aklına bile getirmemek, “Belki de o işler öyle değildir?” diyebilmek için her şeyi yapar, kimden ya da nereden edindiğime bakmadan; yalanmış, uydurmaymış, haklıymış, haksızmış, mantıklıymış, zırvaymış, buna bir cevap varmış arayan bulurmuş demeden her fikre, her söylenene, her gösterilene dört elle sarılırdım.
Tamam! Bunların hepsine ve daha fazlasına da tamam!
Filozof açık açık yüzüme söylemese de, kaytarmaya çalıştığım konusunda haklıydı. Kafamda dönüp duran soru ve şüphelerden çok yakın bir zamana kadar rahatsız falan da olmuyordum. Ne kadar çok soru ve ne kadar çok şüphe edecek şey bulursam o kadar iyiydi benim için. Dürüst olmak gerekirse, çoğu zaman bir cevap değil de, bir bahane arıyordum. Ve cevaplar umrumda bile olmuyordu. Aslında bir cevap olduğunu bile düşünmüyordum. Düşünmemenin en iyisi olduğunu düşünüyordum. Fakat bunu ne zamana kadar sürdürebilirdim ki? Filozof’un hayatı, bana sürekli unutmaya ve yok saymaya çalıştığım şeyleri hatırlatıp duruyordu.
Anlamıyordum, anlayamıyordum. Onun nasıl bu kadar inançlı biri olabildiğini aklım almıyordu. Aslına bakarsanız, aklımın almadığı yığınla şey vardı. Ve sanırım ilk defa, gerçekten merak ediyor; bahane değil, cevap arıyordum...
–Aklımın bir türlü almadığı ama gerçekten almadığı yığınla şey var Filozof! Yığınla şey!
–Trigonometri gibi mi?
–Haa! Ne alâkası var şimdi? Beni dinlemiyor musun Filozof, şaka mı bu?
–Aklının bir türlü almadığı yığınla şey var demedin mi sen bana?
–Evet!
–Ben de sana Trigonometri gibi mi diye sordum. Şu çakıldığın sınavdan sonra bana, “Trigonometriyi aklım almıyor.” dememiş miydin?
–Trigonometriden bahsetmediğimi bal gibi biliyorsun.
–Son aldığın notlara bakılırsa aklının almadığı başka konular da var Çaylak. Fizik ve Kimya gibi konular. Ama hakkını vermeliyim, Biyoloji’yi aklın gayet iyi alıyor galiba. Ne işliyorsunuz bu aralar? Canlılarda üreme mi?
–Bak ya! Bu kadar ciddi bir konu konuşurken nasıl espri yapabiliyorsun? Ben ciddiyim!
–Benim ciddi olmadığımı da nereden çıkarttın?
–Dalga geçiyorsun! Beni ciddiye alman için sana ne söylemem gerekiyor? “Filozof, ben deist oldum; ileride ateist olmayı da düşünüyorum” mu demeliyim?
–Böyle söyleyince kulağa havalı geliyor değilmi? Mühendis, gitarist, ekspertis gibi...
–Bak ya! Bak ya!
–Bence bir süre de agnostik takılmalısın Çaylak. Ben de zamanında öyle yapmıştım.
–Bunları duymanın seni üzeceğini, korkutup ödünü patlatacağını falan düşünüyordum ben. Aklımın almadığı şeyler var diyorum ama hiç umursamıyorsun!
–Eğer aklının almadığı şeylerden biri, astronot gocuğu ile Ay’da nasıl namaz kılınacağı ise üzgünüm evlat, yanlış adrestesin! Böyle bir soruya cevap verebilecek kadar havalı bir kravatım bile yok.
Filozof benimleyken, benim, sadece bana ait, hiçbir derdim olmazdı. Ama o, sorunlarınıza büyüteçle bakan ve onlarla paylaştığınızda, sizi buna pişman eden dert ortaklarından da değildi. Beni ciddiye almıyor yahut söylediklerimi umursamıyor ya da kafa karışıklığımı küçümsüyor da değildi. O bana baktığında, ben de ona bakar ve gözlerinde, baktığı şeye dair neşeli bir ümit görürdüm. Ve bu ümitli bakış, bana her zaman kendimi iyi hissettirirdi.
–Bazen çok komik oluyorsun Filozof.
–Sen az önce ne diyordun?
–Aklım almıyor, diyordum. Anlamak istiyorum, anlayamıyorum. Kalın kafalı olmalıyım.
–Çaylak.
–Efendim!
–Aklın alması ve anlaması birbirinden farklı şeylerdir.
–Nasıl yani? İkisi de aynı şey değil mi? Aklın alırsa anlarsın! Ya da anladıysan aklın almış demektir.
–Hayır! Ve emin ol, pek çok insanın kafası, aklın anlaması ve aklın alması arasındaki farkı fark edemediği için karışıyor.
–Seninle ne zaman bir konuyu tartışsak, sen hep farklı bir şey söylüyorsun. Her zaman farklı bir şey söylersen, farklı bir şey söylemenin bir farkı kalmaz. Arada bir sıradan olsan, ha?
–Karşıma geçmiş, “Şüphelerim var, sorularım var, aklımın almadığı şeyler var; deist olacağım, ateist olacağım galiba!” diye zırlıyorsun, ben de sana ayağının hangi taşa takıldığını anlatmaya çalışıyorum. Çünkü o taşı biliyorum Çaylak! Senin yaşlarındayken benim ayağıma takılan taşın aynısı o. Farklı bir şeyler söylemek için yırtınarak, gözlerini kamaştırmaya çalışmıyorum. Yüzü kapak yere yapışmadan önce o taşı fark etmeni sağlamaya çalışıyorum. Aklın anlaması ile almasını birbirinden ayıramazsan, daha işin başında çuvallarsın!
–Tamam, sustum! Anlat hadi.
–Kapat şu müziği!
–Ne oldu? Chopin de bi yere kadar değil mi? Alâturka bi fasıl açayım mı sana? Kürdilihicazkar, Uşşak, Nihavend... Ha?
–Ezan okunuyor.
Filozof, o keskin zekasının ışıltısı ile gözlerimi kamaştırmaya çalışmıyordu elbette. Fakat ne yalan söyleyeyim, gözlerim de kamaşmıyor değildi. Hatta bazen, onu kıskandığım bile oluyordu.
O, zamanında pek çok fırtınaların yaşandığı, engin, derin ama artık çalkantılı dalgaları karara erip, sakinleşmiş bir deniz gibiydi. Ve bu denizin derinliklerinde kırık kalp ağrıları, ağır bedeller ödenerek elde edilmiş tecrübeler, üzeri bir türlü kabuk bağlamayan fena yaralar gibi sızlayan özlemekli hikâyeler, hüzünlü hayaller, aldanışlar, uzun ve zorlu arayışlar, batık gemiler gibi sessizce yatmaktaydı.
Bana ise, bu denizin selametli sahillerinde ve şefkatli koy(n)unda, köpüklü serin dalgaların ayak uçlarıma cömertçe bıraktığı kıymetli incileri, parlak mercan parçalarını, envai çeşit renkli biçimli türlü tefarik deniz kabuklarını, paha biçilmez antika mücevherleri saygıyla eğilip toplamak, aklımın ve kalbimin ceplerini bunlarla doldurmak kalıyordu.